Sic transit gloria mundi

My name is Ozymandias, king of kings: Look on my works, ye Mighty, and despair! Percy Bysshe Shelley

30 Eylül 2010 Perşembe

Borussia Dortmund - Sevilla


Sevdiğim iki takımın maçını izlemek için geçtim ekran karşısına. Signal Iduna Park'ta bir tarafta Borussia Dortmund bir tarafta Endülüs temsilcisi Sevilla. İki takımın son yıllardaki performanslarına bakıldığında Sevilla Dortmund karşısında daha avantajlı gözükse de durum bu sene hiç de öyle değil.

Dortmund ligdeki 6 maçının 5'ini üstüste kazanmış, Avrupa Ligi'ne de Karpaty Lviv galibiyetiyle iyi bir başlangıç yapmıştı. Sevilla ise şampiyonlar ligi ön elemesinde Braga'ya elenmiş ve lige de çok kötü bir başlangıç yapmıştı. Üstüne bir de Sevilla'daki başarısızlığın sorumlusu olarak teknik direktör görüldü ve Antonio Alvarez ile yollar ayrılıp yerine geçen sene Mallorca'da büyük başarı yakalayan Manzano'yu göreve getirildi. Aradaki form farkı rahatlıkla görülebiliyordu. Bir klişe olan, aslında bahisçiler tarafından sıkça kullanılan teknik direktör değiştiren takımların ilk maçlarını galibiyetle kapatmaları istatistiği Dortmund karşısında Sevilla'nın tek avantajı olarak gözüküyordu.

Maça Dortmund yine her zamanki dinamik oyunuyla başladı. İleride alan daraltan ve adam kovalamaktan öte her topa ayak sokmaya çalışan, kanatları beklerin etkili bindirmeleriyle iyi kullanan bir takım vardı sahada. Sevilla ise ayağa top yapmaya çalışsa da etkili pres karşısında kendi sahasından çıkmakta zaman zaman zorlandı. Dortmund fırsatları harcarken ilk yarının uzatma dakikalarında Sevilla duran toptan golü buldu ve soyunma odasına 1-0 önde gitmeyi başardı.


İkinci yarı istekli arzulu bir Dortmund vardı ama daha 50.dakikada Schmelzer ikinci sarı karttan atılınca işler Dortmund için iyice zorlaştı. 10 kişi kalan rakibi karşısında Sevilla skor olarak önde olmanın da avantajını kullanarak hem tempoyu düşürdü hem de ayağa daha iyi pas yaparak Dortmund'un fizik gücü avantajını ortadan kaldırmaya çalıştı. Dortmund yine de önemli pozisyonlar yakaladı. Hatta bir topu direkten döndü ve bir topu da kale çizgisinden çıkarıldı. Sonuçta beraberliği sağlayamayarak sahasında 1-0 yenildi. Dortmund eğer maçı 11 kişi tamamlasaydı veya o kadar erken on kişi kalmasaydı çok daha güzel bir futbol sergileyeceğinden eminim. Belki yine yenilecekti ama üst düzey fizik gücü ile rakibine çok büyük bir baskı yapacaktı.


Maçla ilgili en çok dikkatimi çeken şeylerden biri Sevilla teknik direktörü Manzano'nun, takımı önde olmasına rağmen sürekli 2 hücumcusunu oyunda tutmasıydı. Sevilla iki hücumcusu sayesinde ileride baskı yapıp Dortmund'un oyun kurmasına izin vermediği gibi, Subotic ve Hummels gibi ayağı iyi top yapan iki stopere de baskı yaparak onların ileri çıkmasına izin vermedi. Böylece Dortmund'un, oyunu Sevilla yarı sahasına tam olarak yıkmasını engellemiş oldu. Diğeri ise Nuri'nin müthiş kesmeleriydi. Maç boyunca Nuri sahanın her yerinden ceza sahasına etkili ortalar kesti ve Dortmund bu ortalarla etkili oldu. Her topun Nuri'ye verilmesi ve Nuri'nin oyun zekasını sahaya yansıtması maçı gerçekten keyifle izlememi sağladı.

Dortmund yenildi ama seyircisi yine her zamanki gibi harikaydı. Takıma olan sevgileri sonsuz. Zaten öyle olmaması söz konusu değil çünkü Dortmund sahada gerçekten savaşıyor, yüreğiyle ve aklıyla oynuyor. Bu maç sadece bir kazaya kurban gittiler ya da klişe dediğimiz istatistik gerçekten de işe yarıyor.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Yedi Harika I: Gize Piramitleri

Evet, daha önce de demiştim. Hepsine tek tek bakacağım diye. İşte Yedi harikanın ilki ve içlerinde en eskisi, hâlâ dimdik ayakta durabilen yegânesi, Gize'deki Büyük Piramit.
Muhteşem öyle değil mi? Eğer yeterince etkilemediyse yapısal özelliklerine bir göz atalım:

Bu piramit, tamamlandığı sırada (M.Ö. 2560) dünyanın en yüksek yapısıydı ve boyu 146,5 metreydi. Üstelik bu özelliğini, yaklaşık 3,800 yıl boyunca korumayı da başardı; ta ki İngiltere'de Lincoln Katedrali inşa edilinceye kadar. Günümüzde üstteki taşların zaman içinde yok olmasıyla boyu 137 metreye düşmüştür. Taban çevresi 230 metre, kapladığı alan yaklaşık 5 hektardır; her biri 2 ile 7 ton arası değişen 2,300,000 kireç taşı bloktan inşa edilmiştir. Bu taşların bir kısmı, 800 kilometre uzaklıktaki bugünkü Asvan kenti yakınlarındaki taş ocaklarından Nil boyunca botlarla taşınarak getirilmiştir. Yaklaşık 100,000 işçinin - dikkat edin, köle değil, işçi - 20 yıl boyunca çalışmasının sonucu tamamlanabilmiştir. 1970ler'de yapılan bir araştırmaya göre, ancak 450 kişinin o günün şartlarında çalışmasıyla 6 yılda ve 1,130,000,000 $ harcayarak tamamlamasının mümkün olabileceğini ortaya koymuş. Bir hayli yüksek bir miktar. Ve bence en önemlisi, hepsi bir adamın, Dördüncü Hanedan firavunlarından Khufu (Keops) istediği için gerçekleşmiştir...

Firavunun mezar odası dışında, bir kraliçe lahit odası da bulunmakta, ve buraya inşa edilmiş tünellerle ulaşılmaktadır. Bunun dışında havalandırma için çeşitli kanallar da yapılmıştır. Dış yüzünü oluşturan ve çöl güneşi altında parlaması için yerleştirilmiş kaplama taşlarının önemli bir kısmı yok olmuştur. Bunların bir kısmı, hemen yanı başındaki Kahire'de inşaat malzemesi olarak kullanılmıştır.

Yapının kendisi tek başına etkileyici olmakla birlikte, tek başına bulunmamaktadır. Gize platosunda Khufu'nun yaptırdığı piramit dışında, ikisi büyük, dokuz piramit daha bulunmaktadır. Büyük olanlar sırasıyla Khufu'nun oğlu Khafra (Kefren) ve Khafra'nın oğlu Menkaura (Mikerinos) için yapılmıştır. Diğer küçük yedi piramitten biri Khafra'nın, üçü Khufu'nun ve diğer üçü de Menkaura'nın piramitlerinin yanına inşa edilmişlerdir.

Bu üç büyük piramit de, aslen bir külliyenin en büyük parçasını oluşturmaktalardı. Mısır'da inşa edilen piramitlerin önemli bir bölümünde olduğu gibi, Gize piramitlerinin de önünde bir mezar tapınağı, Nil kıyısında bir vadi tapınağı ve ikisini birbirine bağlayan bir geçit bulunmaktaydı.

Firavunlara ve ailesine ait olan bu mezar külliyesinin çevresi, firavunun önemli bürokratları için inşa edilmiş olan mezarlarla çevrilidir. Mastaba denen ve yer altına inen mezar odasının üstünün tuğladan yapılmış dikdörtgen prizma şeklindeki bir yapıyla kapatılmasından oluşan bu yapılardan Gize platosunda onlarca bulunmaktadır.

Bunların hepsinin yanında, yine burada çok ünlü bir yapı - bir heykel de bulunmaktadır: İnsan yüzlü, aslan vücutlu Sfenks. Yüzünün Khafra'nın yüzü olduğu bu heykel, külliye içindeki en ilgi çekici ve ilham verici yapılardan biridir. Efsanelere bile konu olmuştur. Bunlardan birinde o sırada bir prens olan Yeni Krallık dönemi Firavunu IV. Tutmosis, kum altında kalmış olan Sfenks'in gölgesinde bir gün uyuya kalır ve Sfenks rüyasına girip, ona kendisini kurtarması halinde ona tahtı vaadetmiştir. Tutmosis de, tahta geçtikten sonra Sfenks'in çevresini saran kumu temizletmiş ve heykeli restore ettirmiştir.

İlkçağın bu efsanevi yapısı Khufu'nun Piramidi'nin, özellikleri ve çevresine bakıldığında, Antipater'in listesinde olması hiç şaşırtıcı değil aslında, öyle değil mi? Bir dahaki yazı, Babil'in Asma Bahçeleri üzerine olacak.

21 Eylül 2010 Salı

Messi ve Ujfalusi

Oldum olası sevememişimdir Ujfalusi'yi. Hani kasap tabiri vardır ya, yıllardır izlerim Ujfalusi'yi ve bu tabiri ona çok yakıştırırım. Sahada her an pislik yapmaya hazır halde bekler. Neyse ki pazar akşamı Messi, Ujfalusi karşısında şanslıydı ve bu darbeyi çok büyük bir hasar almadan geçiştirmeyi başardı. Sadece 2 maç sahalardan uzak kalacakmış. Tanrı Messi'yi korudu ve hep korusun...

19 Eylül 2010 Pazar

Tarih Siteleri I: Byzantium1200

Tarihle teknoloji bir arada çalışırsa ne olur? Doğrusunu söylemek gerekirse, muhteşem sonuçlar ortaya çıkıyor zaman zaman. Bunlardan biri, en az on yıldır yürütüldüğünü bildiğim son derece büyük ve önemli bir proje olan Byzantium1200...

Byzantium1200, İstanbul'un Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olduğu sıradaki halinin çok ayrıntılı bir üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Hazırlayana ekibin internet sayfası yıllar içinde saldırıya uğrayıp kapanmış olmasına rağmen, en son 2003'te şu anki adresinde faaliyet göstermektedir. An itibarıyla sitede 66 anıtın üç boyutlu çizimleri dışında, eksik parçaları olmakla birlikte şehrin de bir üç boyutlu modeli bulunmakta, bunun dışında özellikle Sultanahmet Meydanı'nda bir zamanlar bulunan Hipodrom'la ilgili çalışmalar özel bir sayfada sunulmaktadır. Çeşitli sergilerle bu çalışmalar tanıtılmış, hatta çalışmalarla ilgili bir kitap hazırlanmış ve piyasaya sürülmüş bulunmaktadır. İngilizce olan siteye yukarıdaki linkten girilerek kitabı sipariş etmek mümkündür.

Anıtlar arasında Hipodrom dışında, İmparator I. Jüstinyen'den önceki hali ve 565'te çöken kubbeli hali de olmak üzere, Ayasofya'nın kilise olduğu dönemdeki biçimi, Aya İrini, İmparatorların sarayı Büyük Saray, bugün Fatih Camii'nin bulunduğu yerde bir zamanlar yükselen ve İmparator Konstantin ve Jüstinyen'inkiler de dahil pek çok imparator ve imparatoriçenin mezarının bulunduğu Havariyun Kilisesi, Çemberlitaş'ın ortasında durduğu Konstantin Forumu (bkz. resim), Beyazıt Meydanı'nın o dönemdeki hâli olan Theodosius Forumu, şehir surları gibi pek çok önemli yapı bulunmaktadır.

Çok kapsamlı olmanın yanında, İstanbul'un Bizans devrindeki yapılarıyla bu büyüklük ve nitelikteki ilk ve kesinlikle en başarılı çalışma olduğu açık. Kendilerini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz.

Dortmund Rüzgarı


Ruhr derbisinde yine kılıçlar çekildi ama sahada sadece bir savaşçı vardı. Maçın ilk düdüğüyle beraber Dortmund fırtınası başladı. Orta sahayı Bender, Nuri ikilisiyle ele geçiren Dortmund yaptığı presle Schalke'yi sahasından çıkarmadı. Kaptığı her topta etkili ataklar üreten Dortmund henüz 20-25 dakikalık sürede yaklaşık 5-6 gol pozisyonuna girmişti bile.

Jürgen Klopp'un takımı her zaman fizik olarak çok iyi durumda ama bugün Schalke karşısında müthiş bir fiziksel güç gösterdiler. Sahanın her köşesinde her an müthiş pres yapıp, her topa ayak sokarak Schalke'nin tüm oyun planını bozdular. Nuri, Bender ikilisine zaten Rakitic, Kluge ikilisinin karşılık vermesi mümkün değilken bir de Kagawa'nın ortasahaya yardımıyla Dortmund 20.dakikada 1-0 öne geçti. Maç o zamana kadar 3-0 bile olabilirdi.


Schalke'nin sol beki Sarpei maç boyunca karşısındaki dinamik Dortmund oyuncularına karşı koyamadı ve Dortmund kanat oyuncularının da oyuna etkisiyle Schalke'yi sahadan sildi. Dortmund sağ kanadı o kadar etkiliydi ki Magath kendi sol kanadındaki iki oyuncuyu da değiştirmek zorunda kaldı ama iş işten geçmişti. Maç boyunca dikkat ettiğim bir başka konu ise Dortmund'un Nuri'nin kullandığı duran toplarda hep etkili olmasıydı. Özellikle Subotiç ve Hummels duran toplarda rakibi çok zorladı. Bu arada 2. golde Subotiç'in Kuba'ya yolladığı uzun pas, bir stoperin ayağının düzgün olmasının ne kadar büyük bir artı olduğunun en güzel göstergesiydi.

Maç genelinde Schalke'nin topla oynama yüzdesi daha yüksek olsa da yan pas yapmaktan daha öteye gidemediler. Maçta bir ara kornerlerin 8-0 Dortmund lehine olması Dortmund'un etkili oyununun en önemli göstergelerinden biriydi. Özellikle Kagawa'nın oyundan alınıncaya kadar çok iyi bir maç çıkardığını ve Schalke'yi çok zorladığını söylemek lazım. Schalke'de ise kaleci Neuer takımının eniyi oyuncusuydu ve farkın artması engelleyen en önemli etkendi. Bir parantez de Nuri için açalım. Yine takımın lideri durumundaydı ve oldukça iyi bir maç çıkararak Hiddink'e selamı çaktı.


Ruhr derbisine yakışır bir mücadele oldu ve sonuçta Schalke 4.hafta sonunda da puanla tanışamadı. Dortmund ise yükselen form grafiğiyle 3.sıraya yerleşti. Magath'ın işi zor gibi görünüyor.

Dikkat Derbi Çıkabilir!


İlginizi çekebilecek 19 Eylül pazar gününe özel birkaç derbiyi paylaşmak istedim. Özellikle Almanya'dakiler çok ilgi çekici. Ayrıca araya tanıdık bir İstanbul derbisi sıkıştırdım.

16:30 St.Pauli - Hamburg
18:30 Schalke 04 - Dortmund
20:00 Fenerbahçe - Beşiktaş

Herkese iyi pazarlar...

14 Eylül 2010 Salı

Kötü Futbol, Üç Puan


Yine bir Galatasaray maçı ve aynı senaryolar. Aynı aksaklıkları görmek artık benim canımı sıkmaya başladı. Türkiye'nin büyük takımı Galatasaray'ın iki pas yapamaması, kendi sahasında deplasmanda oynuyormuş izlenimi vermesi oldukça düşündürücü. Takımın sisteminden veya taktiğinden bahsetmek neredeyse imkansız çünkü saha içindeki kargaşada ne taktik kalıyor ne de sistem.

Yeni iki transferin gelişiyle ve yabancıların sakatlıktan dönmesiyle, daha önce aynı kanatta bir arada hiç oynamamış ikililer vardı sahada. Insua ile Kewell sol kanatta, Ali Turan ile de Elano sağ kanatta hemen hemen hiçbir kanat organizasyonu gerçekleştiremediler. Kanatların çalışmamasının yanında bir de pas yapmaktan aciz Servet, Mustafa Sarp, Ayhan üçlüsü de sahadaki yerini alınca
her zamanki gibi futbol oynamamak için her türlü şart oluşturulmuş oldu.

Galatasaray'ın geçtiğimiz sezondan bu yana devam eden defanstan top çıkaramama sorunu, daha başına çok iş açacak gibi. Bu bölgeye gereken transferlerin yapılmaması, iki sezondur yapılan güzel transferlerin gölgede kalmasına, hatta takımdaki diğer oyuncuların performanslarının da düşmesine neden oluyor. Bir futbol takımının belki de en önemli yeri olan orta sahanın göbeği, Galatasaray'da kale ile beraber en zayıf bölge. Fakat Ufuk'un zamanla gerekli gelişmeyi göstereceğini ve oynadıkça kalede güven vermeye başlayacağını düşünüyorum.

Misimoviç'in takımla henüz üç antrenmana çıkmış olması ve ilk defa forma giyiyor olması tabi ki onun hakkında bir yorum yapmayı çok gereksiz kılıyor. Takımın geri kalanı ise hemen hemen aynı çizgilerini sürdürüyorlar. Henüz form tuttukları söylenemez. Burada Harry Kewell'a bir parantez açıp, onun dün sahadaki en istekli, hareketli oyuncu olduğunu söyleyebilirim.

Galatasaray'da işler pek iyi gözükmüyor. Şimdilik büyük takım olmanın verdiği avantajla ve biraz da şansıyla yoluna devam ediyor. Umarım en kısa zamanda Galatasaray'dan futbola dair bir şeyler görebiliriz.

9 Eylül 2010 Perşembe

Mahmudiye

Osmanlılar, aynen Romalılar gibi, aslında bir denizci devlet olmaktan çok, ayaklarını kuru tutmayı seven bir İmparatorluğun çocuklarıydılar. Ancak kuruldukları bölgenin şartları onları denizci olmaya itmiş. Akdeniz, Avrupa ve Ortadoğu'nun antik dönemden günümüze kadar tarihini çok ciddi bir biçimde etkilemiş bir iç deniz olmasına şüphe yok. Hâl böyle olunca da, iyi bir donanmaya ihtiyacınız var demektir. İşte Mahmudiye de, bu büyük donanmanın 19. Yüzyıl'daki en büyük gemisiydi.

Gemi, 1829'da II. Mahmud zamanında, mühendis Mehmed Efendi ile mimar Mehmed Kalfa tarafından tasarlanıp Haliç Tersanesi'nde inşa edilmiştir. 128 toplu, üç ambarlı bir gemi olan Mahmudiye, dönemin en büyük deniz güçleri olan İngiltere ve Fransa'nın gemilerinden bile büyüktü. 1853-1856 arasında Osmanlı'nın müttefikleriyle beraber Rusya'yla yaptığı Kırım Savaşı'nda da gemi görev almış, fakat II. Abdülhamid devrinde kızağa çekilmiş ve sökülmüştür.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Türkiye 3 – 2 Belçika

Aslında maç için söylenecek şeyler artık klişe olmaktan öteye gidemiyor. Hiddink ile yakalanan hava ve liglerin başlamasıyla beraber oyuncularımızın yükselmeye başlayan form grafikleri dünkü maçı bize kazandıran en önemli etkenlerdir. Aslında milli maçlarda görmemiz gereken sürekli aynı futbol anlayışıyla ve benzer futbol sistemleriyle oyanayan bir milli takımdır. Böylece biz her milli maç öncesi acaba bugün milli takımımız nasıl oynayacak diye düşünmeyeceğiz. Sanırım bu durum Hiddink yönetiminde bir süre sonra iyice oturacaktır.

Defansımızın göbeğinde Servet ve Ömer gibi iki stoperi olmasına rağmen dünkü maçta yine duran toplarda ve yan toplarda oldukça zorlandık. Demek ki bizim defanslarımız ve oyuncularımızın pozisyon bilgisi zayıf ve Hiddink en kısa zamanda, bir şekilde bu sorunu çözmeli. Avrupa’nın üst düzey liglerinde oynayan oyuncularına rağmen bizim ayarımızda olmayan Belçika’ya kendi sahamızda bu zaafımız nedeniyle neredeyse puan kaptırıyorduk. Açıkçası maç öncesi daha baskılı oynayan bir milli takım görmeyi bekliyordum ama bunun olmayışını da yeni hoca ve sisteme bağlamak istiyorum.

Milli, takımızda yapılması gerek en önemli işlerden biri kadronun gençleştirilmesidir. Hiddink’in de bu iş için iyi bir seçim olduğunu düşünüyorum. Fakat ilk onbirde Nuri ve Necip gibi iki genç oyuncumuzun olmayışı benim de biraz aklımım karıştırdı. Aurelio belki de görevini başarıyla yapmakta ama kendi sahamızda normal bir rakiple oynarken, Bundesliga’nın en önemli orta saha oyuncularından biri haline gelmiş olan Nuri’yi oynatmak pek de zor olamasa gerek. Aynı şekilde ligde iyi bir çizgi yakalayan Necip de kadroda kesinlikle düşünülebilecek bir oyuncudur. Fakat her şeye rağmen Hiddink’in bir planı olduğu ve bu iki oyuncuyla ilgili bizim göremediğimiz bir sorun olduğu ortadadır. Belki takımla şimdilik uyumsuz oluşları, belki performanslarının sezon başı olması nedeniyle (özellikle Nuri için söylüyorum) henüz yeterli olamaması gibi durumlar söz konusu olabilir. İlerleyen zamanda mutlaka bu iki oyuncu da milli takımda gereken süreyi ve görevi alacaklardır.


Alınan galibiyet ve bir hafta içinde oynadığımız iki maçı kazanamama hastalığımızı bu sefer yaşamamış olmamız çok sevindirici. İyi bir kadroya ve hocaya sahibiz. Hedeflerimiz ve beklentilerimiz her zamanki gibi oldukça büyük ve her şeyin daha iyi olacağına inanmamak için pek de bir neden yok.

En Büyük Kim?

Dünyanın hemen her ülkesinde ilgiyle takip edilen sporlardan biri olan futbol ülkemizde de en popüler spor olarak göze çarpıyor. Birbirini hiç tanımayan ve belki de başka hiçbir amaç uğruna bir olamayacak milyonlara aynı duyguları hissettiren, tribünlerde toplanan on binleri aynı amaç uğruna bağırtan futbol, 90 dakikalık sürede en sakin insanı bir canavara dönüştürebilecek, farklı ekonomik ve sosyal sınıflarda bulunan insanları sadece büyüsüyle aynı seviyeye getirebilecek kadar güçlüdür. Bunu sağlayan futbol aynı zamanda izleyenler için oldukça da kolay bir spordur. İşte bu bütünleştirici duygu ve futbolun yapısındaki basitliktir futbolu bu kadar popüler kılan.


Her ne kadar günümüzde futbol endüstrileşmiş, farklı ekonomik sınıflara farklı ayrıcalıklar tanıyan bir sektör haline gelmiş olsa da yine de en vazgeçilmez sosyal aktivitelerden biridir izleyenler için. Taraftarı olduğu takımla adeta beraber yaşamak, kendini takımın bir parçası gibi hissetmek ve takımını sahiplenmek duygusu milyonların futbola kolayca bağlanmasını sağlamaktadır. Fakat bu sahiplenmenin getirmiş olduğu kötü de bir yan vardır. Hemen hemen her taraftar, taraftarı olduğu takımın en büyük takım olduğunu düşünmek gibi bir alışkanlığa sahiptir. Bu durum kişinin takımına duyduğu sevgisinin doğal bir sonucudur. Sevgiliyi en güzel insan gibi görmek, anneyi dünyanın en iyi annesi olarak görmek gibi bir şeydir aslında bu. Bu alışkanlık kendi haline bırakıldığında pek zararlı olmayan bir alışkanlıktır. Fakat kendi takımının en büyük olduğunu karşıdaki insana da kabullendirmeye çalışmak takım tutan fanatik taraftarların hemen hepsinin sahip olduğu kötü alışkanlıklardan biridir.


Ülkemizde üç büyükler olarak tabir edilen takımların taraftarları her platformda kendi takımlarının daha büyük olduğunu savunur ve bunu bazı temellere dayandırarak karşıdaki kişiye de bunu kabullendirmek isterler. Fenerbahçe’nin güzel stadı ve parasal gücü, ünlü yıldızları, Galatasaray’ın karizması, uefa kupası, süper kupası, Beşiktaş’ın büyük taraftarı, sempatikliği gibi iddialar en büyük olma tezinin temellendirilmesine ortaya konulan en popüler nedenlerden bazılarıdır. Peki bu temellendirmelerle kim rakip takımın daha büyük olduğunu kabul etmiştir? Hiç kimse. Bir Karşıyakalı’ya da sorsanız, bir Eskişehirspor taraftarına da sorsanız onlar için en büyük takım kendi takımlarıdır. Birisinin gözünde en büyük takım olmak sportif başarılarla, taraftarların fanatikliğiyle, ekonomik güçle açıklanabilecek bir olgu değildir.


O zaman bu tartışmaları sürdürmek çok gereksizdir. Çünkü kişi ile tuttuğu takım arasında gönül bağı vardır. Gönül bağının olduğu yerde ise maddi verilerin pek de geçerliliği yoktur. Herkes gönülden sevdiği takımı desteklemeli, acısıyla üzülmeli, başarısıyla sevinmeli ve bu duyguları en yoğun şekilde yaşamalıdır. Futbol o zaman manalıdır. Kalplerde yatan takımın büyüklüğünü ne başka bir takımın kazandığı kupa ne de başka bir takımın galibiyeti azaltabilir. Bu bilinç yakalanabilirse diğer takımlara duyulan nefretle kaybedilen futbol zevki yeniden kazanılır, tutulan takım ile kurulan bağlar güçlenir ve futbol izleyenler için gerçek bir tutku haline gelir.