Sic transit gloria mundi

My name is Ozymandias, king of kings: Look on my works, ye Mighty, and despair! Percy Bysshe Shelley

21 Ekim 2010 Perşembe

Yarım Akıllılar ve Sığırlar

Bir süredir blogu ihmal etmiştim ama sonunda yazmaya fırsatım oldu. Aslında bu tabir çok da doğru değil. Yazmaya fırsatım olmuştu geçen hafta ama elim klavyeye gitmedi bir türlü. Galatasaray maçlarını izledikçe futboldan soğudum resmen ve bu durum da bloga yansıdı. Buraya Borussia Dortmund hakkında bir sürü yazı yazmış olmamın bir nedeni de Galatasaray'ın bu kötü durumudur. Her zaman çok sevdiğim Dortmund, bu sene güzel oyununa geçen sene kaldığı yerden devam edince beni futbola bağlayan en önemli değer olarak ortaya çıktı. Bu da bloga yansıdı tabi. Fakat her şeye rağmen bir Galatasaray yazısı yazmak boynumun borcudur. Zaten yazmadan da duramıyorum.

Hayatımda izlediğim en kötü maçlar arasında - ki buna sıradan okul takımı maçları da dahil - kesinlikle ilk üçe girebilecek bir maçtı Karabükspor maçı. Futbola dair hemen hemen hiçbir şey yoktu sahada. Maçta benim açımdan zevkli olan olan tek şey sıradan bir oyuncu olan Emenike'nin milli takım stoperlerinden Gökhan Zan'ı her defasında rezil etmesini izlemekti. Gökhan Zan'ın değil Galatasaray, değil milli takım çok sıradan bir Anadolu takımında bile oynayamayacağının kayıtlı belgesiydi bu maç. Gökhan Zan, Emenike ikilisi dışında, Galatasaray'ın ilk şutunu ikinci yarının ortalarında çekmiş olması ve patates tarlasından daha beter olan saha zemini maçtan aklımda kalanlar oldu. Galatasaray'ın felaket oyununu maçın başlarında kötü zemine bağlamaya çalıştım ama kötü oyunun nedeninin saha zemini olmadığını sahadaki mücadelesizliği görünce anladım. Galatasaray'da oynayan 11 oyuncu sahaya resmen oynamamak için çıkmışlardı ve ben futbol adına utandım.

Karabük maçının ardından Ankaragücü maçı vardı ve sahada gördüğümüz Galatasaray yine aynı kötü Galatasaray'dı. Mücadele etmeye çalışan bir, iki oyuncu dışında takımın geri kalanı yokları oynuyorlardı. İşte bu maçtan sonra bir şeyden iyice emin oldum. Sorun Franck Rijkaard ve Neeskens'te değildi. Aslında böyle büyük bir futbol adamlarından şüphe etmek zaten bana yakışmazdı ama insan bu derece kötü oyunu görünce her şeyden şüphe eder oluyordu.

Galatasaraylı oyuncular sazı yine ellerine almış, kulübü kendi istekleri doğrultusunda yönetmeye çalışıyorlardı. Peki sizce bizim yarım akıllı futbolcularımız bir kulübü bu kadar kolay yönetebilirler mi? Eğer kulübün başkanı futboldan öte ekonomik yatırımlar peşinde ise ki bu bir başkan için normal sayılabilir ve futbol şubesini maalesef kulübe kene gibi yapışmış bazı sığırlara emanet etmişse, bizim beyinsiz topçularımız da kulübü pekâlâ istedikleri gibi yönetirler. Sonunda bir şekilde oyuncuların istediği oldu ve yönetimin daha iki hafta önce her zaman arkasındayız dediği Rijkaard günah keçisi ilan edilip, gönderildi.

Böylece Galatasaray total futboldan nasibini alamadan, güzel bir sistem oturtamadan sadece günü kurtarmaya yönelik bir adım atmış oldu. Geçtiğimiz 10 sene boyunca tekrarlanan gelsin oyuncular, gitsin oyuncular, gelsin teknik direktörler, gitsin teknik direktörler devri devam ettirilmiş oldu. Gereksiz yere harcanacak milyon avrolar, sinirleri bozulacak taraftarlar ve sinirlerimizi bozmaya devam edecek yöneticiler bizleri beklemektedir. Bir de Türk Telekom Arena'ya bu yarım akıllı, karaktersiz oyuncularla gitmek zorunda kalmanın verdiği acı yanımıza kâr kalacaktır.

15 Ekim 2010 Cuma

Yazı ve Türkler...

Dünya üzerinde ilk yazıyı Sümerler’in kullandığı kabul edilir. Veriler de bunu aşağı yukarı 5200 yıl önce yaptıklarını gösteriyor. Onlardan çok uzun olmayan bir süre sonra Mısırlılar kendi hiyerogliflerini geliştirmeyi başardılar. Bundan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde, kendi gelişimlerini yaşayacak olan birtakım yazı sistemleri gelişmeye başladı. Çin’de ayrı, Ortadoğu’da, Amerika’da ayrı... Önce resim yazısı şeklinde başlayan bu yazılar, daha sonra pratik hayatta da kullanma ihtiyacı doğdukça ve arttıkça biçim değiştirmeye başladılar. Bu ille de öbür yazının ortadan kalkması anlamına da gelmemekteydi. Çin’de olduğu gibi yazı resimden karakterlere dönüşürken, Mısır’da hiyeroglifin yanında hiyeratik denen bir başka yazı da türedi. Yine de heceleri ifade eden karakterlerdi bunlar – dediğim gibi, sadece pratik hayatın gereği ortaya çıkmışlardı... Ancak daha sonra Fenikeliler, devrimsel bir icatla karşımıza çıktılar: Alfabe. Alfabe ifadeyi o kadar kolaylaştırdı ki, yazının neredeyse ele düşmesine bile neden oldu. Çok kabaca bu yazı şekil değiştirerek önce Yunanistan’a geldi, şehir devletlerince kullanılır oldu; daha sonra ise Roma’ya geçti... bu vesileyle de Avrupa’ya... Yoğun olarak Slavlar tarafından kullanılan Kril yazısı ise Yunan alfabesinden türetilen bir yazı olup, 9. yy’da Aziz Cyrillius ve Aziz Methodius tarafından Selanik’te – tabiri caizse – tasarlanmıştı; yani aynı tarihsel gelişimin bir parçasıydı...

Her icat, bir ihtiyaçtan doğar. Takvim mevsimleri belirlemek için lazımdı, çünkü tarım toplumları için mevsimlerin ne zaman geleceği ve ne kadar süreceğini bilmek çok önemliydi... zaten o yüzden takvim Mısır’da karmaşıklaşan ticari ilişkilerin düzene sokulabilmesi için para Lidya’da; metalden yapılmış o paraların İpek Yolu gibi son derece uzun ve sıkıntılı bir yolculukta taşınması zor olduğu için, taşıması daha kolay olan banknotlar Çin’de icat edildi mesela.

Yazının icadı için de, aynı takvim, para ve banknotun icadında olduğu gibi, birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Bir kere, yazıyı kullanacak olan toplumun kayıt tutma gibi bir ihtiyacı olmalıdır. Genelde dünyadaki örnekleri de nehir boylarında yerleşik düzene geçmiş, tarımla uğraşan ve mutlaka ürettiği ürünü tahıl ambarlarında saklayan toplumlar olmuşlar. Örneğin Çatalhöyük’te yazıya rastlayamıyoruz. Yazının bulunmasından yaklaşık 2500 yıl önce terkedilmiş (yani M.Ö. 5700’de) ve yaklaşık 2000 yıl kadar yerleşilmiş olmasına ve tahminen 5000-8000 insan yaşamasına rağmen, Neolitik Çağ’ın en önemli merkezlerinden biri olan Çatalhöyük’te hiçbir yazı sisteminin geliştirilmemiş olması bir hayli ilginçtir. Yazı için tek başına yerleşim ve tarımın yeterli olmadığını gösterir bu. Kayıt tutma sebebi de lazım demek ki... Ürün fazlası yoksa, kayıt tutmaya da gerek yoktur.

Şimdi, buraya kadar elde ettiğimiz verileri bir toparlayalım:

Her icat bir ihtiyaçtan doğar. Yazı, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Resim yazısı/hiyeroglif – ki çivi yazısı da aslında bir resim yazısıydı – şeklinde ilk önce ortaya çıkan ilk yazılar, ticari hayatın ihtiyaçlarını karşılamak gibi pratik nedenlerle harf tabanlı yazı sistemi olan alfabeye çeşitli yerlerde evrilmiştir. Yani alfabe, resim yazısının bir sonraki aşamasıdır.

O zaman bu yazıyı yazmamdaki asıl amaca gelerek soruyorum: Nasıl oluyor da, Göktürkler gibi göçebe/göçmen bir uygarlık/kültürden son derece karmaşık olan ve Orhun kitabelerinde gördüğümüz Göktürk Alfabesi 8. yy’da birden bire ortaya çıkabiliyor?

Tarihte hep görüp bildiğimiz şeyler: Ötüken merkezli Hunlar, Göktürkler, vs boylardan oluşan, devamlı yer değiştiren, göçebe yaşayan, hayvancılıkla uğraşan bir toplum. Kesinlikle yerleşik veya tarım toplumu değil. Kayıtları tutacak olan bir ruhban sınıfı olsaydı bile, Sümer ve Mısır’ın aksine, kaydedecek verinin depolanacağı sabit tapınaklar yok. Çünkü yerleşik değiller. Bahsedilen yazı 30’dan fazla harften oluşan bir yazı – yani resim yazısını da geçmiş durumda. Birtakım tezler öne sürülmüyor değil tabii. Çinlilerle iletişim için icat edildi Çin yazısından diyenler var. Bir başka iddia Orta Asya’da bir dönem yaşamış olan Soğdlar’dan Fenike üzerinden alındığı yönünde. Ancak bu kadar basitçe açıklanacak bir durum olduğunu düşünmüyorum. Diyelim ki ithal edilmiş olsun bu yazılar, 8. yy’daki Uygur Devleti’ne kadar yerleşik düzene geçmemiş bir toplumdan bahsediyoruz; yani ihtiyaçları yok...

Bu soruya bir cevap vermek ya da bulabilmek için yazmadım bu yazıyı. Sadece dikkat çekmeye çalıştığım şey, pekâlâ aslında bir dönem yerleşik olmuş olabilir Türkler tahmin edilenden çok daha önce...

İskandinav toplumlarında kullanılmış olan Runik yazıyla muhtemel ilişkisine girmiyorum bile, ama Orhun yazısıyla karşılaştırılabilmesi için koyuyorum alta bir örneğini.

3 Ekim 2010 Pazar

Dortmund, Bayern, Nuri, Hiddink

Çok fazla yazdım Dortmund hakkında o yüzden yine maç yorumu falan yapmayacağım. Sadece dikkatimi çeken şeylere değineceğim. Dortmund kendi evinde Bayern'i 2-0'la geçerken sahada yine harika bir mücadele örneği sergiledi. Dortmund an itibariyle Bundesliga'da 5 golle en az gol yiyen takım ve 18 golle lider Mainz'la beraber en çok gol atan takım. Aman nazar değmesin.

Peki Hiddink'in tribünde ne işi vardı? Evet, ben de şaşırdım ama Hiddink, yardımcısı Erdal Keser'le beraber Signal Iduna Park'ta bu zevkli mücadeleyi izlemeye gelmişlerdi. Acaba gerçekte hangi amaçla izliyorlardı maçı? Maçın zevkli geçeceğini duyup, güzel bir maç izlemek için mi ya da Borussia Dortmund'un yıldızlarından ve milli takımımızın oyuncularından Nuri Şahin'i mi izlemeye gelmişlerdi? Yoksa 8 Ekim'de Almanya ile yapacağımız maç öncesi Bayern'de oynayan Alman milli oyuncuları mı izlemeye gelmişlerdi? Erdal Keser'in ricası üzerine, kendisinin eski takımı olan Dortmund'un bir maçını mı takip etmeye gelmiş olabilirler miydi?

Hiddink'in hemen hemen hiçbir süper lig maçını izlemeye tenezül etmemesini bir yana koyarak gerçekten Nuri'yi izlemeye geldiklerini düşünüyorum. Aslında zaten Almanya'da oynayan Türk asıllı futbolcuları izlemeye ara sıra gidiyor Hiddink. Aynı zamanda Bayern'deki Alman milli oyuncuları son kez çıplak gözle izlemek için gelmişleri herhalde. Nuri bu maçta frikik golüne imzasını attı ve beni yine mest etti. Frikik öncesi tribünlerin Nuri'ye tezahüratı ve dakika 87'de Nuri'nin biraz da onu alkışlatmak için oyundan alınması sırasındaki sevgi gösterileri gerçekten çok güzeldi. Umarım Hiddink de bu oyundan Dortmund taraftarları kadar olmasa da biraz etkilenmiştir.

Ligde henüz 7 hafta tamamlandı ve Bayern Münih şu anda lider Mainz'ın tam 13 puan gerisinde. Ben yine de şampiyonluk yarışına tutunacaklarını düşünüyorum ama işleri giderek zorlaşıyor. Bu milli maç arası Robben ve Ribery'i geri getirmeyecek ama en azından bazı şeyleri düzeltmek için Bayern'e yarayabilir.

Bir parantez de bu maç özelinde Demichelis için açmak istiyorum. Teşekkürler Demichelis...

1 Ekim 2010 Cuma

İngiltere'de Bir Papa

Papa XVI. Benedictus, nam-ı diğer Kardinal Joseph Ratzinger, geçenlerde İngiltere'ye çok tarihi bir ziyaret gerçekleştirdi.

Kendisi, İngiltere'ye resmi ziyarette bulunan ilk papa olarak tarihe geçti. Edinburgh'ta Edinburgh Dükü Prens Philip tarafından havaalanında karşılandıktan sonra, Kraliçe II. Elizabeth tarafından kabul edildi. İskoçya'da Katoliklere hitap ettikten sonra Londra'ya geçti. Orda da başta Anglikan Kilisesi'nin dini lideri Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams olmak üzere, Katolik ve Anglikan Kiliseleri'nin İngiltere'deki liderleriyle bir araya geldi. Çocuklara Katolik din adamlarınca ‘taciz’ edilmesi olaylarının İngiltere’de gündemde olduğu bir sırada ziyaretin gerçekleştiğini de ayrıca hatırlatayım. O yüzden pek çok insan tarafından protesto edildi zaten.

Bu ziyaret, son derece önemli bir ziyarettir. En az Papa'nın bundan birkaç yıl önce İstanbul'a yaptığı ziyaret kadar önemlidir. Çünkü Anglikan Kilisesi, Papa'nın otoritesine karşı çıkıp Roma'yla ilişkilerini koparan ilk büyük devlet kilisesidir.

Protestant Reform hareketlerinin başlamasından (1517) 15 yıldan kısa bir süre sonra (1529) İngiltere Kilisesi Roma'yla yollarını ayırmaya başlamış ve 1536'da bölünme sürecini tamamlamıştı. Zaman zaman geri dönüşler olsa da, I. Elizabeth (1558-1603) devrinde Protestantlık iyice yerleşmiş, Kral II. James'in 17. yy'da tekrar Roma'ya yüzünü dönmeye çalışması, kendisiyle birlikte hanedanının da devrilmesiyle sonuçlanmıştı. Elizabeth’in, babası VIII. Henry’nin başlattığı kiliselerin bölünme sürecine devam etmesine misilleme olarak Papa tarafından aforoz edilmesiyle başlayan süreç, İngiltere'yle İspanya'nın savaşa sürüklenmesine neden olmuştu. Savaş, Büyük İspanyol Armadası’nın (donanmasının) çıkan bir fırtına sonucu, yani bir hayli büyük bir şansla yok olmasıyla sonuçlandı. Bu durum, bir sonraki yüzyıl İngiltere’nin gerçek anlamda bir deniz gücü olarak ortaya çıkması ve İspanya’nın denizlerdeki hegemonyasının son bulmasına neden olacaktı.

İngiliz Katoliklerinin durumunda iyileşme ve Roma'yla ilişkilerin düzelme, ancak 19. yy'ın ikinci yarısından itibaren Kraliçe Victoria döneminde başlayabilmişti. Bunun en büyük göstergelerinden biri de, Londra'da Neobizans üslubunda inşa edilmiş olan ve Papa XVI. Benedictus'un Londra'da içinde tören ve ayin yaptığı Westminster Katedrali'dir (Westminster Abbey’le Westminster Katedrali aynı şey değildir).

Böyle sorunlu ve çetrefilli geçmişleri unutmak kolay değildir, olmamıştır, ve olmayacaktır da. O yüzden tarihi, insanların olaylara, kişilere ve kurumlara nasıl baktığını bilmek, birtakım şeyleri yorumlamak için çok önemlidir. Dediğim gibi, Benedict'in İngiltere'ye yaptığı ziyaret son derece kritik ve önemlidir. Ama bu ziyaret, İngiltere'de Kiliselerin birleşeceği kuşkusunu doğurmaz. Gelgelelim pek çok kişi Türkiye'de, Papa'nın ziyaretinin İstanbul ve Roma'nın birleşmesi için bir girişim olduğunu zırvalayacak kadar ileri gitmiştir. Bu da saçma sapan korku ve endişeleri beraberinde getirmişti.

Bilmekte fayda var:

1054'te Patrik Mikhail Kerularios'la Papa IX. Leo, karşılıklı olarak birbirlerini aforoz ettiler. Büyük Bölünme diye geçer tarihte bu, neden? Çünkü Hıristiyanlık fiilen tam ortadan ikiye ayrıldı da ondan. Batı Kilisesi Papa'nın güdümünde, Doğu Kilisesi ise Bizans İmparatorunun emrindeki İstanbul Patriği nüfuz alanında kaldı. Daha başka bölünmeler olmuştu, - mesela Oryantal Ortodoks Kilisesi yüzyıllar önce kurulmuştu, İskenderiye'de bile bölünme vardı - ama siyasi anlamda pek çok şeyin kaderini belirleyecek nitelikte bu çapta ve bu uzunlukta bir bölünme daha önce hiç olmamıştı... 1204'te Haçlı ordularının İstanbul'u yağmalayıp yerlebir etmesine de neden olan bu bölünmeye neden olan karşılıklı aforozların kaldırılması 1960lar'da Patrik Athenagoras'la Papa VI. Paulus arasında gerçekleşti. Mabedi kilise, dininin adı Hıristiyanlık olmasına rağmen birbirinden çok farklı olan bu iki mezhepin dilleri bile farklıyken, bu kadar tarihi çatışmanın olduğu bir yerde birleşebileceklerini düşünmek o nedenle saçmadır. İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’te kuşatılırken, Fetih’ten sonra Patrik olarak tahta çıkacak olan Gennadios Schloaris tarafından “Türk sarığını Latin serpuşuna yeğleriz” denmesinin asıl nedeni de budur. Bizans’ın son 300 yılının Papa önderliğinde Kiliselerin birleştirilmesi tartışmalarıyla geçmesine rağmen gerçekleşmemesi bile, aslında bunun gerçekleşmeyeceğinin de göstergesidir.

O nedenle; her ne kadar Kiliseler arası diplomatik ilişkiler gelişse ve güçlense de, hiçbir zaman birbirleriyle birleşme şansları yoktur ve olmayacaktır; ne Anglikanlar, ne Ortodokslar, ne Katolikler, ne de başkaları...