Londra'nın en eski yapılarından ve en büyük ve güzel kiliselerinden Westminster Abbey'in bugünkü yapısı, 945 yıl önce bugün, 28 Aralık 1065'te kutsanarak 'açıldı'.
Doğrudan Britanya monarkına bağlı olarak çalışmalarını yürüten kilise, aslında bir katedral değildir; sadece 1546-1556 arasında çok kısa bir süre katderal olmuş - yani bir piskoposun kilisesi haline gelmiştir. Günümüzde ise, Kraliçe Victoria zamanında İstanbul'daki Ayasofya Müzesi'nden esinlenerek inşa edilen Westminster Katedrali'yle de karıştırmamak gerekir; orası Anglikan Kilisesi'ne değil, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı olarak çalışır.
Günümüzde Britanya Meclisi'ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar İngiltere krallarının sarayı olan Westminster Sarayı'nın yanında bulunan Westminster Abbey, İngiltere tarihi açısından da önemli bir yerdir. 1066'dan bu yana tüm İngiliz kral ve kraliçeleri burada taç giymiştir. Hatta o kadar ki, 13. yy'ın başındaki karışık dönemde sonradan VIII. Louis adıyla Fransa Kralı olacak olan prens Louis Londra'yı kontrolü altında bulundurduğu için II. Henry'nin taç giyme töreni Glouchester Katedrali'nde yapılınca, Papa bunun uygun olmadığını beyan etmiş ve şehir tekrar İngiliz kontrolüne geçince bir taç giyme töreni daha, bu sefer Westminster'da gerçekleştirilmiştir.
I. Mary hariç 1308'den bu yana taç giyme törenleri sırasında kullanılan ve İskoç Krallarının taç giyme törenlerinde kullandıkları Scone Taşı'nı (Taş 1950'de çalınmış, 1951'de geri dönmüş, 30 Kasım 1996'da da taç giyme törenlerinde Westminster'da kullanılmak şartıyla İskoçya'ya getirilmiştir. Edinburgh Şatosu'nda saklanmaktadır.) barındırmak için yapılan St. Edward Tahtı da Westminster Abbey'de bulunmaktadır. Yapıldıktan sonra Westminster'dan sadece iki kere çıkarılmıştır. İlkinde Oliver Cromwell, İngiliz İç Savaşı sonrasında kendisini Lord Protector ilân etmiştir. İkincisinde de, II. Dünya Savaşı'nda daha güvenli olduğu gerekçesiyle Glouchester Katderali'ne götürülmüştür. I. Edward tarafından 1293'te yaptırılmış, adını sondan bir önceki Wessex Kralı ve aziz mertebesine yükseltilmiş tek Britanya monarkı Edward the Confessor'den almıştır.
Kilise aynı zamanda pek çok önemli kraliyet ailesi üyesinin de mezarıdır. İngiltere krallarının mezarlarının bulunduğu üç önemli yerden biridir (diğerleri Windsor Şatosu'ndaki St. George's Şapeli ve Victoria'nın da mezarının bulunduğu Frogmore'dur.).
Westminster Abbey, pek çok düğüne de ev sahipliği yapmıştır. Şu anki Kraliçe Elizabeth, Prens Philip, babası ve annesi Kral VI. George ve Kraliçe Elizabeth Bowes-Lyon, Elizabeth'in kızkardeşi Prenses Margaret ve Antony Armstrong-Jones, Elizabeth'in kızı Prenses Anne'la Mark Phillips, ikinci oğlu Prens Andrew'la Sarah Ferguson, bunların 20. yy'daki bir kısmıdır. 21. yy'daki ilk düğün - planlarında bir değişiklik olmadığı takdirde - 29 Nisan 2011'de Galler Prensi Charles'ın büyük oğlu Prens William'la Catherine Middleton'ki olacak.
Westminster Abbey, Romanesk mimarinin tabiri caizse İngiltere'deki yansıması denebilecek Norman mimarisinin yanı sıra, Gotik mimarinin de özelliklerini taşıması açısından, mimari açıdan da özel ve önemli bir yere sahiptir.
İngiltere'nin bu en önemli yapılarından Westminster Abbey, 1000 yıla aşkın bir tarihe tanıklık etmiş olmanın gururuyla dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Öyle gözüküyor ki, daha çok uzun yıllar (hatta yüzyıllar) durmaya da devam edecek.
Sic transit gloria mundi
My name is Ozymandias, king of kings: Look on my works, ye Mighty, and despair! Percy Bysshe Shelley
28 Aralık 2010 Salı
20 Aralık 2010 Pazartesi
20 Aralık...
Bugün Google'ı açıp bakanlar, karşılarında Google'ın logosu yerine şu resmi gördüler:
Evet, bugün, yani 20 Aralık, Türkiye Cumhuriyeti'nin millî marşı olan İstiklâl Marşı başta olmak üzere, pek çok eserin şairi Mehmet Akif Ersoy'un doğumgünüdür (1873; ölüm yıldönümüyse tam bir hafta sonra, 27 Aralık'tadır - 1936). Burdur milletvekilliği de yapmıştır. Ancak bugünkü tek doğan önemli kişi o olmadığı gibi, 20 Aralık tarihsel birtakım ilginç ve önemli olayların da olduğu bir gün olmuştur. Aziz Nesin yaşasaydı bugün 95 yaşında olacaktı.
Bunun dışında bugün;
Google'a teşekkürler; Mehmet Akif'i ve Aziz Nesin'i de saygıyla anıyoruz. Ama bugün tarih için gördüğünüz gibi çok daha fazlasının olduğu bir günmüş.
Evet, bugün, yani 20 Aralık, Türkiye Cumhuriyeti'nin millî marşı olan İstiklâl Marşı başta olmak üzere, pek çok eserin şairi Mehmet Akif Ersoy'un doğumgünüdür (1873; ölüm yıldönümüyse tam bir hafta sonra, 27 Aralık'tadır - 1936). Burdur milletvekilliği de yapmıştır. Ancak bugünkü tek doğan önemli kişi o olmadığı gibi, 20 Aralık tarihsel birtakım ilginç ve önemli olayların da olduğu bir gün olmuştur. Aziz Nesin yaşasaydı bugün 95 yaşında olacaktı.
Bunun dışında bugün;
- Roma'da 'Dört İmparator Yılı' olarak bilinen kaosun Vespasian'ın Roma'ya gelişiyle fiilen sona ermesi (69),
- Papa I. Callixtus'un seçilmesiyle Hippolytus'un ilk anti-papa olması (217),
- İngiltere Kralı I. Richard'ın III. Haçlı Seferi'nden dönerken, sefer sırasında ortaya çıkan aralarındaki husumetin intikamını almak için Avusturya Arşidükü V. Leopold tarafından ele geçirlmesi (1192),
- Kanuni'nin Rodos Şövalyeleri'nin teslim olmalarını resmen kabul etmesi (1522),
- Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın II. Viyana Kuşatması'nın bozguna uğraıktan sonra idam edilmesi (1683),
- ABD'nin en önemli ve sorunlu genişlemelerinden biri olan Lousiana'nın Satın Alınması'nın fiilen gerçekleştirilmesi (1803),
- Amerikan İç Savaşı'nda South Carolina'nın ayrılan ilk eyalet olması (1860),
- Birinci Dünya Savaşı sırasında gelen son Avustralyalı askerlerin Çanakkale'den ayrılması (1915),
- İlk Sovyet gizli servisi Cheka'nın kurulması (1917),
- Hitler'in 1923'teki başarısız darbe girişiminden sonra hapsedildiği Landsberg Hapisanesi'nden çıkması (1924) ve
- Cardiff'in resmen Galler'in başkenti olması (1955)
Google'a teşekkürler; Mehmet Akif'i ve Aziz Nesin'i de saygıyla anıyoruz. Ama bugün tarih için gördüğünüz gibi çok daha fazlasının olduğu bir günmüş.
19 Aralık 2010 Pazar
Yedi Harika II: Asma Bahçeler
Yedi Harika gezisinde ikinci durağımızdayız: Babil
Babil, Ortadoğu'nun, Mezopotamya'nın en ihtişamlı kentlerinden biriydi; en ihtişamlısı dememek için öyle söylüyorum. Küçücük bir köy olarak kurulan Babil, bulunduğu konumun da etkisiyle, son Sümerli hanedan olan ve Sümer Rönesansı da denen kısa bir altın çağ yaşatan Ur-III'ün iktidardan düşmesinin ardından (M.Ö. 2300) Babil İmparatorluğu'nun kutsal şehri ve başkenti olmuştur. Yaklaşık 2000 yıl boyunca da, yani Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'nu yerlebir etmesine kadar çeşitli devletlerin yönetiminde büyük ve önemli bir merkez olabilmeyi başarmıştır.
İşte bu kadar ihtişamlı bir kent olan Babil, iki yapısıyla çok ünlüydü (Günümüzde Berlin'deki Pergamon Müzesi'ndeki İştar Kapısı'nı saymıyorum, zira şehir surlarının bir parçasıydı). Bunlardan biri, Semavi dinlerin kutsal kitaplarında da Babil Kulesi adıyla bir şekilde değinilen Etemenanki adlı ziggurattır, yani basamaklı piramit şeklindeki Mezopotamya'ya özgü tapınak. 7 katlı ve 91 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Adı, "Yerlerin ve Göklerin Temeli Tapınağı" anlamına gelir. 91 metre, o dönem için (M.Ö. 6. yy) gerçekten çok büyük bir yüksekliktir.
Diğer yapıysa, Babili'in Asma Bahçeleri olarak bilinen yapı... Rivayete göre Babil Kralı II. Nebukadnezar, ülkesinin özlemiyle yanıp tutuşan Med ülkesi (bugünkü İran) prensesi ve ilk Med Kralı olan Cyaxares'in kızı olan karısı Amytis için, ona doğup büyüdüğü toprakları anımsatacak bir hediye olarak inşa ettirmişti. Gerçekten var olup olmadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak var olduğu söylenen dönemde yaşamış, Babilli ve Yunan tarihçiler bulunmaktadır. Bu tarihçiler, bahçelerle ilgili detaylı bilgi vermektedir. Üstüste teraslardan oluşan, dağ havasını veren koca koca bahçeler... Hem bir mimari, hem estetik, hem de mühendislik harikası olarak nitelendirilmekteler. Arşimed'in pompasına benzer bir sistem kullanarak suyun yukarı katlara taşındığı tahmin edilmektedir.
Tabii bu bahçelerin gerçekliliğiyle ilgili bir sorun bulunmakta. Bahçelerle ilgili ulaşılan en eski kayıtlar, Babil'li bir rahip olan Berossus'a aittir; Berossus, Bahçeler yapıldıktan yaklaşık iki yüz yıl sonra yaşamıştır; öncesinde bahçelere dair bir kanıt yoktur. Berossus'tan yola çıkarak devrin Yunan tarihçileri geliştirip güzelleştirerek bu konuda kendi eserlerini vermişlerdir.
Bir başka teoriyse, M.Ö. 705'te tahta çıkan ve M.Ö. 681'e kadar tahtta kalan Asur Kralı Sennacharib'in Ninova'da yaptırdığı ve sarayının karşısında bulunan bahçelerle karıştırlmış olduğu ihtimalidir. Geçen zamanla iki yer karıştırılmış ve bahçelerin yeri efsaneleşerek Babil'e de kaymış olabilir. İşin aslı herhangisi olursa olsun, İlk Çağ'ın en eski ikinci harikası olan bu bahçelerden günümüze geriye bir şey kalmamıştır ne yazık ki...
Bir sonraki durağımız Efes olacak.
Babil, Ortadoğu'nun, Mezopotamya'nın en ihtişamlı kentlerinden biriydi; en ihtişamlısı dememek için öyle söylüyorum. Küçücük bir köy olarak kurulan Babil, bulunduğu konumun da etkisiyle, son Sümerli hanedan olan ve Sümer Rönesansı da denen kısa bir altın çağ yaşatan Ur-III'ün iktidardan düşmesinin ardından (M.Ö. 2300) Babil İmparatorluğu'nun kutsal şehri ve başkenti olmuştur. Yaklaşık 2000 yıl boyunca da, yani Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'nu yerlebir etmesine kadar çeşitli devletlerin yönetiminde büyük ve önemli bir merkez olabilmeyi başarmıştır.
İşte bu kadar ihtişamlı bir kent olan Babil, iki yapısıyla çok ünlüydü (Günümüzde Berlin'deki Pergamon Müzesi'ndeki İştar Kapısı'nı saymıyorum, zira şehir surlarının bir parçasıydı). Bunlardan biri, Semavi dinlerin kutsal kitaplarında da Babil Kulesi adıyla bir şekilde değinilen Etemenanki adlı ziggurattır, yani basamaklı piramit şeklindeki Mezopotamya'ya özgü tapınak. 7 katlı ve 91 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Adı, "Yerlerin ve Göklerin Temeli Tapınağı" anlamına gelir. 91 metre, o dönem için (M.Ö. 6. yy) gerçekten çok büyük bir yüksekliktir.
Diğer yapıysa, Babili'in Asma Bahçeleri olarak bilinen yapı... Rivayete göre Babil Kralı II. Nebukadnezar, ülkesinin özlemiyle yanıp tutuşan Med ülkesi (bugünkü İran) prensesi ve ilk Med Kralı olan Cyaxares'in kızı olan karısı Amytis için, ona doğup büyüdüğü toprakları anımsatacak bir hediye olarak inşa ettirmişti. Gerçekten var olup olmadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak var olduğu söylenen dönemde yaşamış, Babilli ve Yunan tarihçiler bulunmaktadır. Bu tarihçiler, bahçelerle ilgili detaylı bilgi vermektedir. Üstüste teraslardan oluşan, dağ havasını veren koca koca bahçeler... Hem bir mimari, hem estetik, hem de mühendislik harikası olarak nitelendirilmekteler. Arşimed'in pompasına benzer bir sistem kullanarak suyun yukarı katlara taşındığı tahmin edilmektedir.
Tabii bu bahçelerin gerçekliliğiyle ilgili bir sorun bulunmakta. Bahçelerle ilgili ulaşılan en eski kayıtlar, Babil'li bir rahip olan Berossus'a aittir; Berossus, Bahçeler yapıldıktan yaklaşık iki yüz yıl sonra yaşamıştır; öncesinde bahçelere dair bir kanıt yoktur. Berossus'tan yola çıkarak devrin Yunan tarihçileri geliştirip güzelleştirerek bu konuda kendi eserlerini vermişlerdir.
Bir başka teoriyse, M.Ö. 705'te tahta çıkan ve M.Ö. 681'e kadar tahtta kalan Asur Kralı Sennacharib'in Ninova'da yaptırdığı ve sarayının karşısında bulunan bahçelerle karıştırlmış olduğu ihtimalidir. Geçen zamanla iki yer karıştırılmış ve bahçelerin yeri efsaneleşerek Babil'e de kaymış olabilir. İşin aslı herhangisi olursa olsun, İlk Çağ'ın en eski ikinci harikası olan bu bahçelerden günümüze geriye bir şey kalmamıştır ne yazık ki...
Bir sonraki durağımız Efes olacak.
Konyaspor 0-1 Galatasaray
Bu sezon futbola dair bize hiçbir şey göstermeyen Galatasaray hakkında çok uzun bir aradan sonra yazıyorum. Az önce Konyaspor-Galatasaray maçını izledim. Sakat ve cezalı oyuncuların bolluğundan Hagi'nin elinde kadro kurma açısından fazla bir alternatif bulunmuyordu. Galatasaray sahaya öyle bir onbirle çıktı ki Barcelona deplasmanında fark yememek için maça çıkan bir takım gibiydi. Defansın göbeğinde Servet ve Gökhan Zan, sağ bekte Neill, sol bekte ise nihayet formasına kavuşan Çağlar. Önlerinde üç defansif ortasaha Ayhan, Cana ve Hakan Balta ki biri ortasaha oyuncusu bile değil. İleri üçlüde ise futbol oynamayı unutmuş Serdar Özkan, emektar Harry Kewell ve A2 takımından Anıl Dilaver. Bu arada kalede kesik yiyen Ufuk yerine de Aykut sahadaydı. Galatasaray sahaya tam 7 defans, 1 kaleci ile çıkmıştı. İleride ise A2 takımından genç bir oyuncu, Serdar Özkan ve Harry Kewell. Evet kabus gibi bir kadro. Yüz yıl top oynasalar gol atmaları mümkün değildi.
Maçtaki oyun yine rezaletti. Galatasaray'da sırf düzgün mücadele ederek sahada göze batan 3 oyuncu vardı: Cana, Çağlar ve Neill. Takımın geri kalanı ise saç baş yoldurmaya devam etti. Defansın göbeği yine tel tel dökülürken, Serdar Özkan ve yerinde oynamayan Hakan Balta oyunu adeta baltalarken 10 saniye içerindeki 4 güzel pasla golü bularak 3 puani almak ve devereyi galibiyetle kapatmak ancak bir mucize olarak adlandırılabilir. Maçın tek golünü atan 1990 doğumlu Anıl Dilaver de umuyorum ki Konya deplasmanında 4 sene önce gol atıp bunun ekmeğini 4 sene yiyen, kendine en ufak bir artı katamayan Aydın gibi değilde, daha önce kendisi gibi 66 numaralı formayı giyerek parlamış Arda gibi bir performans sergiler.
Nihayet devre arasına attı kendini Galatasaray. Bu devre arasında neler olacak hep beraber göreceğiz ama şunu kesinlikle söylemek gerekiyor ki Galatasaray'ın işi çok zor. İnşallah gerekenler yapılır ama benim bu konuda en ufak bir umudum yok.
16 Aralık 2010 Perşembe
Mats Hummels Bayern'e?
Borussia Dortmund, Bundesliga'da müthiş bir sezon geçirirken diğer kulüpler de Dortmund yıldızlarına kanca atmaya devam ediyor. Lucas Barrios'un Real Madrid'in gündeminde olduğu söylentilerinden sonra Bayern Münih'in Dortmund'un genç stoperi Mats Hummels'i geri almak istediği iddiaları ortaya atıldı. Dortmund'da Sırp Neven Subotic ile çok iyi bir uyum yakalayan ve Alman milli takımına kadar yükselen Hummels, Dortmund'a 2008 yılında Bayern'den kiralık olarak gelmişti. Ertesi yıl bonservisi Dortmund tarafından alınan Hummels'in sözleşmesi 2013'e kadar sürmesine rağmen sözleşmesinde özel bir madde olduğu ve 8 milyon avro karşılığında geri alınabileceği iddia ediliyor. Bayern defansının göbeğinde oynayan Demichelis ve Van Buyten'in ilerleyen yaşları nedeniyle Hummels gibi genç, kafa toplarına hakim ve defanstan top çıkarmasını bilen bir defans oyuncusu Bayern'in tam aradığı bir defans olabilir.
Bu arada bugün Hummels'in doğum günüydü. 22 yaşını bitiren Hummels'e "zum Geburtstag viel Glück" demeden geçemeyeceğim.
Lucas Barrios ve Real Madrid
Son günlerde İspanya basınında Real Madrid'in, Dortmund'un Arjantin asıllı Paraguaylı yıldızı Lucas Barrios'un peşine düştüğü haberleri çıktı. Ocak ayında başlayacak transfer döneminde sakatlığı bulunan Gonzalo Higuain ve istikrarsız Karim Benzema'ya alternatif bir ismi kadrosuna katmak isteyen Madrid'in Barrios için 15-20 milyon avro civarında bir parayı gözden çıkardığı söyleniyor. 26 yaşındaki Barrios Madrid'in ilgisiyle gururlandığını söylerken, Dortmund'un patronu Watzke, Barrios'u bırakmayacaklarını 2014'e kadar sözleşmesi olduğunu hatırlatıyor. Bakalım Bundesliga'da şampiyonluğa koşan Dortmund, takımın en önemli yıldızlarından, sistemin Nuri ile beraber en önemli parçası olan Barrios'u gönderecek mi.
Çıkan bu haberle ilgili Jürgen Klopp'a fikrinin sorulması üzerine bu konunun kendisini hiç ilgilendirmediğini söylemesi ise Almaya'daki sportif direktör ve teknik direktör görevlerinin nasıl algılandığının en güzel örneklerinde biri olarak göze çarpıyor. Daha sonrasında ise Bundesliga'da bazı oyuncuların Barcelona'da olmasa da Real Madrid'de oynayabilecek kapasitede olduğunu sözlerine ekliyor.
Haberler ne derece doğrudur, Dortmund Barrios'u satar mı satmaz mı bilmem ama Barrios Real'e gidip de kalbimizde sevilmeyenler tarafına geçmez inşallah.
Sevilla - Borussia Dortmund
Bazen çok isteseniz de şanssızlık yakanızı bırakmıyor. Dortmund'un bu seneki UEFA Avrupa Ligi macerasının genel değerlendirmesi budur. Dünkü maça kadar, Dortmund grubun diğer iddialı takımları PSG ve Sevilla ile yaptığı maçlarda, güzel oyununu biraz şanssızlık biraz da beceriksizlikle skor avantajına çeviremedi.
Dün de kazanmak zorunda oldukları Sevilla deplasmanında canla başla uğraştılar ama olmadı. Daha maçın başında öne geçmelerine rağmen Sevilla'nın 4 dakikada bulduğu iki golle geriye düştüler. Dört dakikalık konsantrasyon eksikliği yetti Dortmund'un elenmesine. İkinci yarının başında durumu eşitlediler ama sonrasında gol sesi çıkmadı. Sevilla biraz tecrübesiyle biraz da sert oyunuyla gruptan çıkmayı başardı. Dortmund ise Bundesliga'da fırtına gibi estikleri bir sezonda Avrupa Ligi gruplarında topladığı 9 puana rağmen Sevilla'nın bir puan arkasında kaldı.
Bundesliga'nın, 16 hafta sonunda en yakın rakibine 11 puan fark atan, en çok gol atan ve en az gol yiyen, +30 averajıyla göz kamaştıran takımı Dortmund'un, güzel geçirdiği bir sezonda Avrupa kupalarından bu kadar çabuk elenmesi üzücü olsa da Bundesliga'da yarattığı etkiyi sürdüreceğinden şüphem yok.
12 Aralık 2010 Pazar
Abdülkadir el Cezayiri
Canım sıkıldığı bir sırada, Cezayirli şarkıcı Khaled'in Rachid Taha ve Faudel ile söylediği Abdel Kader adlı şarkıyı açtım. Youtube'te pek çok kaydını bulmak mümkün.
Bu ülkede birtakım 'ünlü' kişilerin akılları sıra Türkçeleştirerek katletmiş oldukları bu şarkıdaki Abdülkadir kimdir, onu anlatmak bugünkü derdim. Uzun uzadıya anlatıp, adına methiyle düzmeye gerek yok. Çok kısacaca bahsedeceğim zaten.
Abdülkadir el Cezayiri, 6 Eylül 1808'de doğduğu sırada Cezayir, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Hem İmparatorluk için, hem de Avrupa için çok karmaşık olan bir dönemde doğmuştu; II. Mahmud yeni tahta geçmiş ama Yeniçerilerden hâlâ kurtulunmamış, Avrupa'daysa Napoléon Savaşları büyük bir hızla sürmekteydi. 1815'te savaşlar bittikten sonra Avrupalılar koloni arayışlarına devam etmeye başladılar; özellikle içten içe eriyen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına göz diktiler. Fransa'nın göz diktiği ilk yerlerden biri de Cezayir oldu.
Öncesinde yaşanan bir dizi olayın ardından 1830'da Fransa Cezayir'i işgal etti. İşgalin hemen ardından Abdülkadir Cezayir'in batısında kurduğu üssünden Fransızlara karşı mücadele etmeye başladı. 1847'ye kadar gerilla taktiğiyle bu savaşını sürdürmeyi başardı. Abdülkadir, mert kişiliğini bu savaşlar sırasında da ortaya koymaktaydı. Bir seferinde elindeki Fransız esirleri, onları besleyecek kadar yiyecekleri olmadığı için serbest bırakmıştı.
Çok başarılı olmasına ve Fransızları zaman zaman yenilgiye uğratmasına rağmen, 1842'de toparlanan Fransız ordusu sonunda kendisini teslim olmaya zorladı. Fas'a iltica isteği, Fransa'dan gelen baskılarla reddedilen Abdülkadir, 1847'de teslim oldu. İskenderiye'ye ya da Akka'ya gitmesi karşılığında yapılan teslim olma antlaşmasına Fransız Hükümeti uymayı reddetti ve ailesiyle beraber önce Toulon'a, ardından Pau'ya gitmek zorunda kaldı. 1848'de Amboise Şatosu'na geçen Abdülkadir, 1852'de III. Napoléon'un emriyle 'bir daha Cezayir'e geri dönmemek şartıyla' serbest bırakıldı; kendisine yıllık 100,000 franc maaş bağlandı. O da önce Bursa'ya, ordan da Şam'a gitti.
Ne var ki, 1860'ta Lübnan ve Suriye'de hıristiyanlarla dürzüler arasında çıkan çatışmalar sırasında pek çok hıristiyanı saklayarak koruması altına almasından dolayı, olaylar sona erdikten sonra Fransa tarafından kendisine en yüksek liyakat nişanı olan Légion d'Honneur verilmiş, bağlanan maaşı da arttırılmıştır. Dönemin ABD Başkanı Abraham Lincoln de kendisine birtakım hediyeler yollamıştır. 1865'te III. Napoléon'un davetlisi olarak Paris'i ziyaret etmiştir. Cezayir'in milli kahramanı olan Abdülkadir el Cezayiri, 1883'te ölmüştür. Mezarı Şam'da bulunmaktadır.
Şimdi siz kalkın, böyle bir adamla ilgili yazılan böylesine güzel bir şarkıyı, adeta ağıt niteliğindeki bu şarkıyı, rezil rüsva bir hâle getirerek milletin ağzına sakız edin. Sırf cehaletinizden, sözlerini anlamamanızdan dolayı. Ne desem boş, pes doğrusu!
Bu ülkede birtakım 'ünlü' kişilerin akılları sıra Türkçeleştirerek katletmiş oldukları bu şarkıdaki Abdülkadir kimdir, onu anlatmak bugünkü derdim. Uzun uzadıya anlatıp, adına methiyle düzmeye gerek yok. Çok kısacaca bahsedeceğim zaten.
Abdülkadir el Cezayiri, 6 Eylül 1808'de doğduğu sırada Cezayir, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Hem İmparatorluk için, hem de Avrupa için çok karmaşık olan bir dönemde doğmuştu; II. Mahmud yeni tahta geçmiş ama Yeniçerilerden hâlâ kurtulunmamış, Avrupa'daysa Napoléon Savaşları büyük bir hızla sürmekteydi. 1815'te savaşlar bittikten sonra Avrupalılar koloni arayışlarına devam etmeye başladılar; özellikle içten içe eriyen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına göz diktiler. Fransa'nın göz diktiği ilk yerlerden biri de Cezayir oldu.
Öncesinde yaşanan bir dizi olayın ardından 1830'da Fransa Cezayir'i işgal etti. İşgalin hemen ardından Abdülkadir Cezayir'in batısında kurduğu üssünden Fransızlara karşı mücadele etmeye başladı. 1847'ye kadar gerilla taktiğiyle bu savaşını sürdürmeyi başardı. Abdülkadir, mert kişiliğini bu savaşlar sırasında da ortaya koymaktaydı. Bir seferinde elindeki Fransız esirleri, onları besleyecek kadar yiyecekleri olmadığı için serbest bırakmıştı.
Çok başarılı olmasına ve Fransızları zaman zaman yenilgiye uğratmasına rağmen, 1842'de toparlanan Fransız ordusu sonunda kendisini teslim olmaya zorladı. Fas'a iltica isteği, Fransa'dan gelen baskılarla reddedilen Abdülkadir, 1847'de teslim oldu. İskenderiye'ye ya da Akka'ya gitmesi karşılığında yapılan teslim olma antlaşmasına Fransız Hükümeti uymayı reddetti ve ailesiyle beraber önce Toulon'a, ardından Pau'ya gitmek zorunda kaldı. 1848'de Amboise Şatosu'na geçen Abdülkadir, 1852'de III. Napoléon'un emriyle 'bir daha Cezayir'e geri dönmemek şartıyla' serbest bırakıldı; kendisine yıllık 100,000 franc maaş bağlandı. O da önce Bursa'ya, ordan da Şam'a gitti.
Ne var ki, 1860'ta Lübnan ve Suriye'de hıristiyanlarla dürzüler arasında çıkan çatışmalar sırasında pek çok hıristiyanı saklayarak koruması altına almasından dolayı, olaylar sona erdikten sonra Fransa tarafından kendisine en yüksek liyakat nişanı olan Légion d'Honneur verilmiş, bağlanan maaşı da arttırılmıştır. Dönemin ABD Başkanı Abraham Lincoln de kendisine birtakım hediyeler yollamıştır. 1865'te III. Napoléon'un davetlisi olarak Paris'i ziyaret etmiştir. Cezayir'in milli kahramanı olan Abdülkadir el Cezayiri, 1883'te ölmüştür. Mezarı Şam'da bulunmaktadır.
Şimdi siz kalkın, böyle bir adamla ilgili yazılan böylesine güzel bir şarkıyı, adeta ağıt niteliğindeki bu şarkıyı, rezil rüsva bir hâle getirerek milletin ağzına sakız edin. Sırf cehaletinizden, sözlerini anlamamanızdan dolayı. Ne desem boş, pes doğrusu!
5 Aralık 2010 Pazar
Tarih Siteleri II: Persepolis3D
Persepolis3D, Büyük İskender'in darmadağın ettiği Pers İmparatorluğu'nun, yine İskender tarafından yok edilen ihtişamlı başkenti Persepolis'teki (Eski Farsça Pārsa, ayrıca Taht-ı Cemşit) sarayın üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Site, tüm sarayı sanal ortamda yeni baştan inşa etmeyi ve bu alanda bir çalışmayı tarihçilerin hizmetine sunmayı amaçlamaktadır.
Sarayın en büyük yapısı olan Apadana, yani 'kabul salonu' başta olmak üzere Krallar Kapısı, Ordu Salonu, Ziyafet Salonu, Taht Salonu gibi yapılarını çeşitli açılardan gösteren ve dijital ortamda hazırlanmış üç boyutlu çizimler ve bu yapılarla ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Pers kralı I. Darius'un yaptırmaya başladığı sarayın bugünkü kalıntıları, sarayın ve dolayısıyla imparatorluğun ihtişamını bir hayli yansıtmakta. Ama bu çalışma, hem ilgilenenlere fikir vermekte, hem de tarihçilere çalışmaları için çok özel bir kaynak sunmaktadır. Ekip ayrıca Persepolis'le ilgili çeşitli belgesel filmler de hazırlamış ve satışa sunmuş bulunuyor.
Perslerin Persepolis kadar önemli arkeolojik merkezlerinden biri de Pasargad'dır. Büyük Pers Kralı Kiros'un (Cyrus) mezarı burada bulunmaktadır. Sitede Pasargad'la ilgili rekonstrüksyon çalışmalarına rastlamak da mümkün.
Çalışmalarından gelir elde edebilmek amacıyla, proje sahipleri (ki üç kişiler; mimar Kourosh Afhami, mimar Wolfgang Gambke ve PR Manager Sheda Vasseghi) internet üzerinden sanırım sitede doğrudan gösterilmeyen çeşitli rekonstrüksyonları çeşitli boyut ve sayılarda satmaktalar.
Alanında tek değil ama konusu nedeniyle çok özel bir site olan Persepolis3D İngilizce, Almanca, Farsça ve Japonca yayınlanmaktadır. Mutlaka girilip incelenmesi gereken bir site.
Sarayın en büyük yapısı olan Apadana, yani 'kabul salonu' başta olmak üzere Krallar Kapısı, Ordu Salonu, Ziyafet Salonu, Taht Salonu gibi yapılarını çeşitli açılardan gösteren ve dijital ortamda hazırlanmış üç boyutlu çizimler ve bu yapılarla ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Pers kralı I. Darius'un yaptırmaya başladığı sarayın bugünkü kalıntıları, sarayın ve dolayısıyla imparatorluğun ihtişamını bir hayli yansıtmakta. Ama bu çalışma, hem ilgilenenlere fikir vermekte, hem de tarihçilere çalışmaları için çok özel bir kaynak sunmaktadır. Ekip ayrıca Persepolis'le ilgili çeşitli belgesel filmler de hazırlamış ve satışa sunmuş bulunuyor.
Perslerin Persepolis kadar önemli arkeolojik merkezlerinden biri de Pasargad'dır. Büyük Pers Kralı Kiros'un (Cyrus) mezarı burada bulunmaktadır. Sitede Pasargad'la ilgili rekonstrüksyon çalışmalarına rastlamak da mümkün.
Çalışmalarından gelir elde edebilmek amacıyla, proje sahipleri (ki üç kişiler; mimar Kourosh Afhami, mimar Wolfgang Gambke ve PR Manager Sheda Vasseghi) internet üzerinden sanırım sitede doğrudan gösterilmeyen çeşitli rekonstrüksyonları çeşitli boyut ve sayılarda satmaktalar.
Alanında tek değil ama konusu nedeniyle çok özel bir site olan Persepolis3D İngilizce, Almanca, Farsça ve Japonca yayınlanmaktadır. Mutlaka girilip incelenmesi gereken bir site.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)