Sic transit gloria mundi

My name is Ozymandias, king of kings: Look on my works, ye Mighty, and despair! Percy Bysshe Shelley

4 Ağustos 2011 Perşembe

Yeni Bir Blog Doğuyor: Historistanbul

Lundistanbul'un yayın hayatı sona erdi, ama tarihle ilgili yazılar halefi olan bir başka blogda, Historistanbul'da devam ediyor. Lundistanbul'da tarihle ilgili yayınlanmış yazılar da içinde olacak, ama bunun yanında yeni yazılar da bulunacak. İlgilenen, takip eden herkese duyrulur...

31 Temmuz 2011 Pazar

Lundistanbul 1 Yaşında!...

Evet, Lundistanbul bugün ilk senesini doldurdu. Ancak uzun süredir kendi hâline terkedilmiş durumdaydı ne yazık ki. Başlamasından bir sene sonra resmen yayın hayatının sonuna geldiğini üzülerek duyuruyoruz.

Takip eden herkese teşekkürler.

8 Haziran 2011 Çarşamba

5 Haziran 2011 Pazar

Tarih Siteleri IV: Rome Reborn

Rome Reborn, Virginia Üniversitesi'nin pek çok başka kurum ve kuruluşla birlikte üstünde çalıştığı uluslararası bir proje. Sitede ifade edildiği kadarıyla, projenin amacı Roma kentinin Geç Tunç Çağı'ndaki ilk ortaya çıktığı zamandan (yaklaşık M.Ö. 1000) İmparatorluk sonrası Erken Ortaçağ'a kadarki (M.S. 550) kentsel gelişimini üç boyutlu modellemelerle ortaya koymak. Modellemeye İmparator Konstantin devriyle, M.S. 320'nin Roma'sıyla başlamışlar. Bunun sebebi o dönem Roma kentinin nüfus ve kentsel bakımdan doruk noktasına ulaşmış olmasıdır. Bu dönemden sonraki yaklaşık 150 yıllık süreç içinde kent pek çok kez barbar kavimlerce yağmalanacak, yakıp yıkılacaktır. En çok bu dönemden kalan yapıların kalıntılarının günümüze kadar ulaşabilmiş olması da, diğer dönemlere nazaran daha az tahmin yapmaya ihtiyaç duyulması ve bu nedenle de gerçeğe daha yakın olunmasına katkıda bulunmaktadır. Bu tarih, aynı zamanda pagan Roma'nın ulaştığı son noktadır. Bundan sonra büyük ve önemli Roma kiliseleri, Konstantin'in Hıristiyanlığı İmparatorluğun resmi dini hâline getirmesiyle inşa edilmeye başlanacak ve bu durum birkaç kez değiştikten sonra I. Theodosius zamanında kesinleşecek, böylece Roma'nın çehresi yıkımların yanında dönülmez bir biçimde değişecektir.

Projenin ne kadar başarılı olduğunu söylemek için örneklerine bakmak yeter de artar bile.
Ancak proje, aynı zamanda bir başka yerde de kendini göstermiş bulunuyor: Google'ın dünyanın her yerini dolaşma fırsatı veren programı Google Earth'ün İngilizce arayüzünde 'Gallery' kısmına bir alt başlık olarak Ancient Rome 3D maddesinin eklenmiş olduğunu görmek mümkün. Arayüzün dili ayarlardan değiştirilebiliyor. Ancient Rome 3D seçeneğini seçtikten sonra Roma'ya gittiğinizde karşınıza şöyle bir manzara çıkıyor:Evet! 3 boyutlu modellemeyle tüm Roma kentinin IV. Yüzyılın ilk çeyreğindeki halini görmek, içinde dolaşmak, her önemli yapı hakkında bilgi almak mümkün. Görünüşe bakılırsa Google Earth'le Dünya, Ay ve Mars'tan sonra tarih içinde yolculuk yapabilmek de mümkünmüş. Tabii bunu yaparken 3 boyutlu modelleri kapatmayı unutmayın; aksi takdirde şu an var olan binaların modelleriyle 1700 yıl öncesinin Roma'sınınkiler iç içe giriyor.

2008'den bu yana sürdürülen proje, böylece belli bir ölçüde herkesin ulaşabileceği bir noktaya geliyor. Tek kelimeyle mükemmel, mutlaka incelenmesi gereken bir sayfa.

10 Mayıs 2011 Salı

Tac Mahal

Eğer bir kral, bir sultansanız, genelde aşkı bulmanız çok zordur. Pek çok sebebin yanında, belli birileriyle zorla evlendirilirsiniz, çünkü çıkarlarınız genelde buna pek uymaz. Ancak tarihte - eşine az da rastlansa - bu aşkı bulan monarklar da az değildir... Firavun II. Ramses'le Kraliçe Nefertari, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen'le İmparatoriçe Theodora, İngiltere Kraliçesi Victoria'yla Prens Albert aklıma gelen örneklerin birkaçı. Ancak bu büyük aşklar, bazen büyük anıtların bırakılması sonucunu da doğurmuştur. Bunlardan kuşkusuz en ihtişamlı olanlarından biri de, Delhi'nin 300 km güneyindeki Agra'da bulunan Tac Mahal'dir.

Binlerce işçi ve zanaatkâr tarafından, mimar Üstad Ahmed Lahauri'nin başkanlığında ve aralarında Mimar Sinan'ın öğrencileri İsa Muhammed Efendi ve Üstad İsa'yla, kubbeyi tasarlayan Osmanlı kökenli İsmail Efendi'nin de bulunduğu bir mimarlar ordusunca tasarlanan ve 1632-1653 yılları arasında inşa edilen Tac Mahal, Hindistan'ın dünya çapında bilinen ve tanınan en ünlü yapısıdır desem çok da yanılmam, sanırım. Türk-Moğol ya da Babür İmparatorluğu'nun en parlak devrini yaşadığı bir dönemde hüküm süren Şah Cihan'ın, çok büyük bir aşkla bağlı olduğu karısı Mümtaz Mahal için yaptırdığı mozoleyle, ona duyduğu aşkını ve ölümünün üstündeki tesirini ifade etmeye çalışmıştır adeta. Yüzlerce kilometre öteden gelen beyaz mermer kullanılarak inşa edilmiştir. Mazlemeler 1000 fil yardımıyla Agra'ya taşınmıştır. Bunun dışnda Arabistan'dan kuvarts, Afganistan'dan lapis lazuli, Tibet'ten turkuaz, Çin'den kristal ve yeşim taşı ve Sri Lanka'dan safir de getirtilmiştir. Duvarlarını süsleyen yazılar kazılarak yapılmamıştır: Hâlâ dünya çapında değerli taş işçiliği ve boya üreticiliği konusunda bir numara olan bir ülkeden bekleneceği gibi, değerli taşların kırılıp ezilmesiyle elde edilen tozdan üretilen boyalar, mermere adeta enjekte edilmiştir.
35 metre yüksekliğindeki kubbesi, 7 metre yüksekliğindeki silindirik bir kaideye oturtulmuştur. Ana yapının dört tarafında 40 metre yüksekliğinde birer minare bulunmaktadır. Minareler, çökme ihtimaline karşı mezarın üstüne değil de dışarıya devrilsin diye, kaidelerinin biraz dışına yerleştirilmiştir. Hat dışında Babür taş işçiliğinin en iyi örneklerine rastlamak mümkündür. Gerek mezarın iç kısmı, gerekse dış yüzeyi pek çok zarif ve ince kabartmalarla süslenmiştir.

Tac Mahal'in iki yanında birbirine bakan ve birbirinin ikizi iki cami bulunmaktadır. Bir kenarı 300 metre olan çarbağ denen ve İran'a özgü bahçesinin ortasında, anıtsal kapısıyla mezar arasında dikdörtgen biçimli bir havuz bulunur. Bunların hepsi bir araya gelerek bu büyük külliyeyi oluştururlar. Mezar, her yıl ortalama üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir.

Bir iddiaya göre, Şah Cihan, şimdi kendisinin de mezarı olan Mümtaz Mahal'in mezarının karşısına, Tac Mahal'in siyah mermerli olanından da yaptırtmak istemiş, fakan oğlu tarafından tahtından indirilince bu planları suya düşmüştür. Doğruluğunun ne olduğu tam olarak bilinmemesine rağmen, Tac Mahal'in kıyısında bulunduğu Yamuna nehrinin karşısında birtakım arkeolojik veriler bu iddiayı doğrular gibidir. Gerçi zaman içinde kararmış olan beyaz mermerler olduğu anlaşılan birtakım taşlar bulunmaktadır iddia edilen yerde, ama bahçe düzenlenmesinin de başlangıcına işaret eden bazı kalıntılar da gözden kaçmamakta.
Gerçek her ne olursa olsun, Tac Mahal Hindistan'ın incisi olmaya devam etmektedir. O kadar ki, çeşitli kopyaları da bölgede inşa edilmiştir. Bunların başında Şah Cihan'ın torununun, annesi için yaptırdığı Aurangabad'taki Bibi Ka Makbara'yla yakın zamanda inşa edilmiş Bangladeş Tac Mahali bunlardan birkaçıdır. Bunlar, aslında bu güzel yapının ne denli iz bıraktığının yalnızca iki örneğidir.

12 Mart 2011 Cumartesi

Nefertem

Memfis Triadı’nın son üyesi olan Nefertem, dünyanın oluşumu öncesindeki sonsuz sularda ortaya çıkan, yükselen mavi mısır nilüferiydi. Bir tanrı olarak Ptah’la Sekhmet’in oğluydu.

Nefertem ve simgelediği mavi niüfer, Eski Mısır için önemli bir çiçekti: Edebiyatlarında, dinlerinde, sanatlarında, hatta mimarilerinde bu çiçek çok kullanılmaktaydı. Güneş’in ilk ışığı ve mavi nilüferin güzel kokusunu temsil etmekteydi.

Kafasında Mısır’a özgü bir çiçek olan mavi nilüfer olan güzel bir erkek olarak tasvir edilmekteydi. Bir şifa ve güzellik tanrısıydı. Bu nedenle Mısırlılar iyi şans getirmesi ve cazibelerini arttırması için muska olarak Nefertem’in heykelciklerini yanlarında bulundururlardı.

10 Mart 2011 Perşembe

Sekhmet

Memfis Triadı’nın üyesi arslan başlı Tanrıça Sekhmet, başlangıçta Yukarı Mısır’ın Şifa ve Savaş Tanrıçası’ydı. Azılı bir avcıydı; nefesi çölleri yaratmıştı ve Firavun’un koruyucusuydu. Sekhmet kültü o kadar güçlüydü ki, 12. Hanedan’ın ilk firavunu I. Amenemhat başkentini Itjtawy’ye M.Ö. 1970 civarında taşıdığında, Sekhmet’in kült merkezi de taşındı.

Sekhmet aynı zamanda bir Güneş Tanrıçası’ydı; Ra’nın kızı olarak kabul edilmekteydi. Hathor ve Bast’la ilişkilendirilmekteydi. Kraliyetle ilişkisi nedeniyle Eski Mısır’ın kraliyet sembollerinden Uraeus’la birlikte tasvir edilmekteydi. Ma’at’ın hakemi olarak Osiris’in Ebedi Mahkeme Salonu’nda yer almaktaydı.

Sekhmet’i sakinleştirmek için savaş sonunda fesitval düzenlendirdi. Bu sayede savaşın getirdiği yıkım sona erdilirdi. Bunun dışında her yılın başında Sekhmet adına bir Sarhoşluk Festivali düzenlenmekteydi. Onbinlerce kişinin katıldığı bu festivalde Sekhmet’in insanlığı neredeyse yok ettiği sırada içerek sarhoş olmasını ve sakinleşmesini, litrelerce bira içip sarhoş olarak taklit etmekteydiler.

Konuyla ilgili mite gelince. Ra’nın Hathor’dan kızı olan Sekhmet, Ra’ya karşı Yukarı Mısır’da başlatılan bir ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmişti. Ancak ayaklanma bastırılmasına rağmen Sekhmet’in kana susamışlığı dinmemişti. Bu nedenle tüm ölümlülere saldırmaya devam etti. Tüm insanlığı neredeyse yok edecekken, Ra Sekhmet’i Nil nehrini bira ve nar suyuyla karıştırarak kırmızıya çevirdi. Sekhmet bunu kan sandı, ondan sarhoş oluncaya kadar içti. Sarhoş olmasıyla birlikte sakinleşti ve katliamlarına son verdi.

Kült merkezlerinden biri de, Delta’da bulunan (Taremu) Leontopolis’ti. Bu kent, aynı zamanda M.Ö. 154 civarında Yahudilerin başrahibi IV. Onias tarafında Firavun VI. Ptolemy’nin izniyle kurulan ve Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan esinlenerek daha küçük ölçekte yapılan Oneion’a da ev sahipliği yapmıştır. Tapınak, M.S. 66’da başlayan ve İkinci Tapınak’ın yıkılmasıyla sonuçlanan Roma-Yahudi Savaşları’nın başlamasıyla kapatıldı.

8 Mart 2011 Salı

Ptah

Memfis Triadı’nın üyesi olan Ptah, aslında dünyanın oluşumu öncesindeki ebedi okyanusun ortasında bulunan ve dünyayı oluşturacak olan Ta-tenen’in kişileştirilmesiydi. Ta-tenen, Yükselmiş Topraklar demekti. Batmış Topraklar anlamında Tanen de denmekteydi. Ancak Ta-tenen, daha sonra Ptah’ın içinde asimile oldu ve yerini ona bıraktı.

Ptah dünyanın yaratılması çağrısında bulunandı. Kalbinde yaratılışını hayal etti ve onu konuştu. İsmi aynı zamanda ‘açan kimse’ anlamına gelmekteydi; bu anlam, Eski Mısır dininin kutsal metinleri olan Piramit Metinleri’nde geçen Ağzın Açılması Töreni’ne gönderme yapmaktaydı. Ağzın Açılması Töreni, bir mumya ya da heykelin nefes alıp konuşabilmesi için büyülü bir biçimde ağzının açılmasıydı ve Eski Krallık’tan Roma devrine kadar bu tören yapılmaktaydı. Bu törenin yaratıcısı da Ptah’tı.

Atum’un dünyanın yaratılışı öncesindeki tepenin üzerinde oturarak yaratılışı yönetmesi için Ptah tarafından yaratıldığına da inanılmaktaydı.

Ptah yaratılıştaki rolü nedeniyle, zanaatkârların koruyucusu olarak görülmekteydi. Bu rol özellikle taşla ilgili zanaatlar arasından daha yaygındı. Bunun mezar yapımıyla bağlantılı olması nedeniyle, zanaatkârlar Ptah’ın kendi kaderlerini belirlediğine inanmaktalardı. Bu özelliği de ona bir yeniden doğuş tanrısı haline getirmişti. Tanrı Seker’in de zanaatkârlarla ve güneşin yeniden doğuşuyla ilişkilendirilmesi nedeniyle, Seker’in Ptah’la birleştirilerek, zaman zaman Ptah-Seker olarak tasvir edilmesine yol açtı. Bu özellik de Orta Krallık’a gelindiğinde yeraltı dünyasıyla bağ kurulmasına ve Ptah-Seker’in Osiris’le de birleştirilerek Ptah-Seker-Osiris’in oluşmasına neden oldu.

Mumyalanmış, yeşil renkli ve tüm saç kısmını örtecek bir başlık takarak tasvir edilen Ptah, Mısır’ın Latince başta olmak üzere, pek çok batı dilindeki isminin de kaynağını oluşturur. Mısır’ın başkenti Memfis’in isimlerinden biri olan Hikuptah ‘Ptah’ın Ruhunun Evi’ demekti. Latince’ye Aegyptus, İngilizce’ye Egypt, Fransızca’ya Egypte, Almanca’ya da Ägypten diye geçti.

6 Mart 2011 Pazar

Amonet ve Amon

Amonet ve Amon, Hermopolis Ogdoadı'nın üyesi iki tanrıydılar; her Ogdoad çiftinde olduğu gibi, ikisi aslında bir konseptin erkek ve dişi yönüydüler; Amonet dişi, Amon erkekti. Dişinin simgesi hayvan yılanken, erkeğinki kurbağaydı. Tipik bir Ogdoad çifti olmaları nedeniyle Amonet ve Amon aslında asla birbirlerinden bağımsız olmayan tanrılar olmaları gerekirdi. Ancak özellikle 12. Hanedan’dan itibaren Tanrıça Mut, Amon’un eşi olarak Amonet’in yerini almaya başladı. Teb kentinin bir yerel tanrıçası olan Amonet, bölgesel önemini korudu ve Firavun’un bu bölgedeki koruyucusu olmaya devam etti.

Ne var ki, Amon’un eşinin Mut’la değiştirilmesiyle başlayan süreç, Amon’un Güneş Tanrısı Ra’yla birleştirilerek Amon-Ra adıyla tapılmasına ve Amon’u bir anda Mısır panteonunun tepesine oturtmasına neden oldu. O kadar ki, Mısır tarihinin en büyük ve dünya tarihinin en büyük tapınaklarından birinin kendi adına, aşağı yukarı bin yıllık bir süreç içinde inşa edildi.

Teb Triadı’nın bir üyesi olan Amon’un bu dönemini ayrıca Amon başlığında ele alacağım için bu noktada duruyorum. Ancak Amonet’le ilgili bir iki şeyi de eklemeden yazımı bitirmek de istemiyorum. Şöyle ki, Amonet – ki adının anlamı, aynı Amon gibi ‘Gizli olan’ demektir – katiplerin ve tarihçilerin koruyucusuydu. Firavunun devamlı danıştığı bu kişilerin kayıtları doğru tutmaları için onları korurdu, onlara yardımcı olurdu, kayıtlarını kontrol ederdi. Kadın formunda da tasvir edildiği olan Amonet, başında Yukarı Mısır’ın kırmızı tacıyla, bir tahtta otururken elinde papirüsten yapılmış bir asa ile betimlenirdi.

4 Mart 2011 Cuma

Hauhet ve Huh

Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad’ın çift tanrılarından olan Hauhet (dişi) ve Huh (erkek), sonsuzluğu temsil etmektelerdi. Diğer Ogdoad çiftlerinde olduğu gibi, tanrıça bir yılan başlı kadın, tanrıysa kurbağa başlı bir adam şeklinde tasvir edilmekteydi.

Bir diğer ve yaygın tasvir biçimiyse, dizleri üstüne çökmüş ve bazen bir, bazen iki elinde ve ayrıca bir tane de başına iliştirilmiş birer palmiye gövdesi sapı olan bir adam biçiminde de betimlenirdi. Palmiye gövdelerinin altında şen halkası denen ve sonsuzluğu ifade eden birer halka da bulunurdu. Bu tasvirin çok yaygın olmasının sebebi, bu betimlemenin milyon anlamına gelen hiyeroglifin şekli olmasıydı. Milyon sayısı, Eski Mısır matematiğinde sonsuzluğu ifade etmekteydi. Bu nedenle Huh, Milyonlarca Yılın Tanrısı olarak da adlandırılmaktaydı.

2 Mart 2011 Çarşamba

Kauket ve Kuk

Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad’ın çift tanrılarından olan Kauket (dişi) ve Kuk (erkek), ebedi karanlığı temsil etmektelerdi. Aynı diğer Ogdoad çfitleri gibi, erkek kurbağa, dişiyse yılan başına sahipti.

Karanlığın dışında Kuk ve Kauket belirsizliğin, bilinmezliğin de tanrılarıydı. Bu bilinmezlik özelliği, daha çok Kauket’e addedilen bir özellikti. Ancak bu sebeple kaosla da özdeşleştirilmekteydi.

Kuk, aynı zamanda Eski Mısırlılarca Güneş doğmadan önce var olan karanlık içinde ortaya çıktığına inanılırdı. Bu nedenle Kuk, ‘ışığı getiren’ olarak da bilinirdi.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Naunet ve Nu

Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad sistemin çift tanrılarından olan Naunet (dişi) ve Nu (erkek), dünya var olmadan önceki sonsuzluğu ifade ediyordu. Bu büyük ve derin sonsuzluk suyla doluydu; yani ebedi bir okyanustu adeta. Eski Mısırlılar hayatın bu durgun ve sulu sonsuzluk içindeki bir baloncuk içinde ortaya çıktığına inanmaktalardı. Dünyevi ya da uhrevi var olan her şeyin karşılığı onun içinde bulunmaktaydı.

Diğer Ogdoad çiftlerinde olduğu gibi, Nu da hem erkek, hem de dişi forma sahipti; dişi form bir yılan başlı kadın, erkek formsa kurbağa başlı bir adam şeklinde tasvir edilirdi. Bunun dışında, üstteki resimde de görüldüğü gibi, suyu temsil eden mavi renkli ve dalgalı bir deriye sahip, sakallı bir adam şeklinde de betimlenmekteydi.

Orta Krallık’tan itibaren (M.Ö. 2055 – M.Ö. 1650) Nu “Tanrıların Babası” olarak adlandırılmaya başladı ve bu durum Mısır dinsel tarihinin sonuna kadar sürdü.

Yine Ogdoad tanrılarında olduğu gibi, Nu’nun belirli bir kült merkezi ya da tapınağı yoktu, ancak Abydos’ta olduğu gibi yeraltı akıntılarıyla ya da kutsal göletlerle temsil edilmekteydi.

27 Şubat 2011 Pazar

Reichstag Yangını

Bu yazının yayınlandığı andan tam tamına 78 yıl önce, yani 27 Şubat 1933’te yerel saatle 21:25’te, Berlin’de bir itfaiye istasyonuna bir ihbar gelir. Weimar Cumhuriyeti’nin meclis binası (ki Federal Almanya Meclisi’nin alt kanadı Bundestag da günümüzde orada toplanır) Reichstag’ta yangın çıkmıştır... İtfaiye ve polis Reichstag’a ulaştığında binanın merkezinde ve kubbenin altında bulunan Temsilciler Salonu alevler içinde kalmıştı...

Yangın saat 11’de söndürüldü, ama Reichstag kullanılmaz hâle geldi. Weimar Cumhuriyeti Meclisi, bundan sonra yapacağı çok az sayıdaki toplantı için, Reichstag’ın ön cephesinin baktığı parkın diğer ucunda bulunan ve savaş sırasında yıkılan Krolloper (Kroll Opera Binası) kullanılacaktı.

Polis yaptığı soruşturma ve inceleme sonucu, Almanya’ya yeni gelmiş olan 24 yaşındaki Hollanda asıllı işsiz duvarcı ustası ve komünist Marinus van der Lubbe’nin yangını çıkardığına dair ‘kanıtlara’ ulaştı. Van der Lubbe dışında olayla ilgisi olduğu şüphesini taşıyan ve hepsi komünist olan Ernst Torgler (Alman), Georgi Dimitrov, Vasil Tanev ve Blagoi Popov (Bulgar), Reichstag Yangını Davası (davanın yapıldığı yer nedeniyle Leipzig Davası da denir) Alman İmparatorluğu’nun ve daha sonra Weimar Cumhuriyeti’nin en yüksek mahkemesi olan Leipzig’deki Reichsgericht’te üç ay süreyle (21 Eylül-23 Aralık 1933) yargılandılar ve suçlu bulundular. Üç Bulgar komünistin Sovyetler Birliği’ne sınırdışı edilmelerine ve suçunu ‘itiraf etmiş olan’ van der Lubbe’nin ölüm cezasına çarptırılmasına karar verildi. Devrin Saksonya Eyaleti yasaları gereğince ceza giyotin kullanılarak 10 Ocak 1934’te, 25. yaş gününden üç gün önce infaz edildi. 2008’de, verilmiş olan cezanın dönemin ceza yasalarının Anayasa’ya aykırı olması nedeniyle van der Lubbe’nin affedilmesine karar verildi. 21 Eylül 1933’te Londra’da bir grup hukukçu tarafından bir karşı dava düzenlenmiş ve Nazi Partisi’nin üst yöneticilerinin bu yangından dolayı sorumlu olduğu sonucuna varmışlardı.Ancak sonuçları itibarıyla bu yangın, basitçe bir yangın olmanın ötesine geçti. İstikrarsız ve çalkantılı bir 13 yıl geçirmiş olan Almanya’da Adolf Hitler ve lideri olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, nam-ı diğer Nazi Partisi seçimleri kazanarak iktidara gelmişti. 30 Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, Katolik Merkez Partisi lideri Franz von Papen’in kendisine, Hitler’le koalisyon yapması halinde onu kontrolü altında tutacağının garantisini vermesi üzerine Hitler’i Şansölye yapmıştı. Mutlak iktidarı ele geçirmek isteyen Hitler’in istediği bir pozisyon değildi bu. Hatta tekrar seçimlere gidilmesi ve parlamentonun feshedilmesi için Hindenburg’u ikna etmiş, 5 Mart 1933’te seçimlerin yapılacağını ilân etmişti. Çünkü Hitler, öncelikle Reichstag’ta üçte ikilik bir çoğunluk elde ederek bir Yetki Yasası çıkartmak istiyordu. Bu sayede Şansölye Reichstag’a ihtiyaç duymadan dört yıl boyunca istediği yasayı çıkartabilmekte; bu süre gerekli görüldüğü takdirde uzatılabilmekteydi. En son seçimlerde Nazi Partisi %32 oy aldığı için bu yasayı çıkartacak çoğunluğa sahip değildi, üstelik yasanın çıkması için ülkenin çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalması gerekiyordu. Hitler’den önce bu yola başvurulduğu tek zaman, hiperenflasyonla mücadele edilmek üzere 1923-1924 arasında çıkartılıp uygulanmıştı.
Yangından sonra von Hindenburg, Reichstag Yangını Kararnamesi’ni yayınlayarak temel hak ve özgürlüklerin büyük çoğunluğunu askıya aldı. Yangını ‘komünist tehdide karşı’ önlemlerin alınması gerektiği yönünde propaganda yapan Nazi Partisi, 5 Mart’ta yapılan seçimlerde %44 oy aldı Alman Nasyonal Halk Partisi’nin %8’lik oy oranıyla %52’ye ulaşarak Reichstag’ta çoğunluğu elde ettiler; gerçi bu üçte ikilik çoğunluğa yetmemekteydi. Ancak, Almannya Komünist Partisi’nin Reichstag Yangını Kararnamesi’ne dayanarak baskı altında tutulması ve Sosyal Demokrat Parti’nin de Nazi SA birliklerince tehdit edilip bir kısmının göz altına alınması sayesinde Hitler 23 Mart 1933’te 1933 Yetki Yasası’nı Reichstag’tan kolayca geçirerek Almanya’nın diktatörü oldu... Kısa süre içinde tüm partiler feshedildi, yenilerinin kurulması yasaklandı. Bir sene sonra, 2 Ağustos 1934'te Hindenburg öldü. Alman ordusunun da desteği birtakım pazarlıklarla alındı ve Hitler Almanya’yı tam bir polis devletine çevirdi. 1939’da da II. Dünya Savaşı patladı zaten, malum.
“Demokrasiyi yıkmanın tek yolu, onun silahlarını kendisine karşı kullanmaktadır” sözüne çok iyi bir örnek teşkil ediyordu da, hazır yıldönümü geldiği için hatırlatayım dedim...

26 Şubat 2011 Cumartesi

Libya ve 2011 Ayaklanmaları

Yılbaşından beri Arap Dünyası'ndaki kargaşa, ayaklanma ve devrim haberlerini dinliyoruz. Görünüşe bakılırsa dinlemeye de devam edeceğiz. Üç güne böldüğüm ve 1 haftadan fazla sürede yazdığım yazımı ilk yazarken, sildiğim bir cümle vardı. Aşağı yukarı şöyle demiştim: "Aslında bu yazıyı çok daha önce yazmak istiyordum, ama ne kadar geç yazarsam yazayım, çok erken yazmış olacağım bu yazıyı..."

Malum, o yazının ilk bölümünü yayınladığımda Tunus'un Bin Ali'si devrileli iki hafta olmuştu. Mübarek'se hâlâ tahtında oturuyordu: Mısır'daki olaylar başlayalı daha bir hafta olmuştu ve Firavun'un devrilmesine henüz 11 gün vardı. Fas, Cezayir, Yemen, Ürdün gibi ülkelerde olaylar çıkmıştı; Bahreyn şu an olduğundan daha sakindi. İran'da da olaylar henüz başlamamıştı.

Ama en şaşırtıcı olanıysa Libya'ydı, zira Kaddafi'nin Libyası'nda hiçbir hareketlilik yoktu... Hatta bu bana çok saçma bile geliyordu, zira tüm Arap komşularında olaylar vardı - Irak bile katılacaktı bu dalgaya - ama Libya'da bu anlamda 'yaprak kıpırdamıyordu' adeta... ta ki Mübarek devrilinceye kadar. Üstelik Libya'da devrim o kadar şiddetli bir şekilde yaşanmaya başladı ki, adeta ülke bir iç savaşın içine girmiş durumda. Her gün haberlerde kaç şehirde şiddetli olaylar çıktığının haberlerini dinler olduk. Çad'dan getirtilen paralı askerler, Libya Hava Kuvvetleri'ne ait uçakların göstericileri vurması ve vurmak istemeyenlerin uçaklarını düşürmesi veya Malta'ya kaçırması, Kaddafi'nin anlaması çok zor ve adeta zırvalama düzeyindeki konuşmaları, babasının oğlu olduğunu gösteren Seyfülislam Kaddafi'nin açıklamaları, 'Devrim Timleri'nin 'Ölüm Timleri'ne dönmesi... Bunun dışında binlerce insanın Libya'dan kaçma çabası. Türkiye'nin tahliye operasyonlarındaki yadsınamaz başarısı da ayrı bir konu tabii...

Kaddafi sonuna kadar devrimini savunacağını söylüyor ve halka kendisini 'hayal kırıklığına uğratmamaları gerektiği' konusunda uyarıp, aksi takdirde onlara 'sırtını çevireceğini ve ülkeyi yerlebir etmekten çekinmeyeceğini' beyan ediyor. Adamın deliliği herkes tarafından bilindiği için BM Güvenlik Konseyi, NATO ve AB acilen toplanıyor ve gelecekte olabileceklere hazırlanmaya çalışıyor. Tabii ki Libya halkının 'geleceğini' An itibarıyla NTV'nin 'İsyancıların eline düştüğü takdirde Kaddafi devrilir' dediği 4 merkezden biri de gitmiş durumda. Kalan üç merkezin ikisi de düşen merkezin çok yakınında, diğeri de başkent Trablus zaten...

Libya'da bu noktadan sonra her şey olabilir. Kaddafi'nin devrileceği kesin. Bu isyanı bastırmayı başarsa bile halkının desteğini ebediyyen kaybetti. Ancak kan dökülmeden bırakma ihtimali yok gibi görünüyor, zira şu sıralar Trablus'ta taraftarlarına silah dağıtıyor. Büyük bir petrol üreticisi de olduğu için, ekonomideki etkileri tüm dünyada hissedilecek. Ancak bir delilik yaparak petrol üretim tesislerini, boru hatlarını havaya uçurtusa, tamiri çok zaman alacağı için bu anlamda kriz de daha uzayacak demektir.

Ne var ki, ayaklanmanın başladığı ülkenin doğusundaki Kirenayka'da, nam-ı Berka'da - yani Bengazi, Tobruk ve Derna'nın olduğu yerde - birtakım zayıf oluşumlardan bahsetmek de mümkün. Bingazi'de ileri gelenlerden toplanan bir 'konsey', ülkenin doğusunun bölünmesinin aksine birliğin korunması ve Trablus'un başkent olması yönünde bir karar aldı.
Bu yazıyı yazmaya başlarken de, aslında önce Libya'nın yönetim biçimi 'Cemahiriye' ve Kaddafi'nin bununla ilgili yazdığı 'Yeşil Kitap' nedir, onu yazayım dedim; bunları açıklarken de Libya'daki devlet yapısı hakkında bilgi vereyim istedim. Ancak son günlerdeki olayların önemi o kadar büyük ki, bir türlü değinemedim onlara.

Cemahiriye, "Cumhuriyet" gibi, cumhur sözcüğünden, hatta tam olarak ifade etmek gerekirse cumhur'un çoğulu olan cemahir'den türetilmiş bir sözcüktür. Sözcüğün mucidi Kaddafi'ye göre cemahiriye 'kitlelerin yönetimi' demektir. Libya'daki yönetim de onun iddiasına göre budur. Modern siyaset bilimi terminolojisinde en çok Halk Cumhuriyeti'ne yakın bir sözcüktür; Çin Halk Cumhuriyeti'nde olduğu gibi. Bir cemahiriyede petrol gibi her türlü doğal kaynak, vs halka aittir. Halkın malı olduğu için de, devletin bundan elde ettiği gelirlerden halk pay alır. Bol miktarda petrol rezervi bulunan Libya'da bu nedenledir ki halk, Kuzey Afrika'daki ya da Ortadoğu'daki herhangi bir ülkeden daha zengindir.
Sistemin nasıl çalıştığını anlattığı kitabının adıysa Yeşil Kitap'tır. Mao'nun Kırmızı Kitap'ından etkilenerek bu ismi vermiş olsa gerek. Kitap üç bölümden oluşur. İlkinde demokrasinin sorunlarını ortaya koyar ve bunları 'çözer' - mesela siyasal partilerin varlığını ortadan kaldırmak gerekir, zira ülkeyi tiranlığa götürürler. İkinci bölümde iktisadi yapı olarak Sosyalizm'i tercih eder. Son bölümdeyse kurmak istediği yapının - cemahiriyenin ne olduğunu anlatır... buna da Üçüncü Uluslararası Teori adını verir. İslami sosyalizm, Arap milliyetçiliği ve Antik Yunan Demokrasisi'nden etkilenerek tasarladığı bir yönetim söz konusudur bu noktada. Pratikte otokratik bir yönetim kurmasına yardımcı olan bir 'ideoloji' olmanın ötesine gitmemektedir...

Böyle garip bir yönetim biçiminin bence garip olan bir başka yönüyse devletin organizasyonudur. Libya Cemahiriyesi'nde bir Genel Halk Kongresi ve Genel Halk Komitesi vardır. Genel Halk Kongresi, Libya Cemahiriyesi Meclisi'dir, Genel Halk Komitesi de hükümettir. Şöyle ki, Kongre'nin başkanı - yani Meclis Başkanı hukuken devlet başkanı, Komite başkanı de başbakandır. İşin garip kısmı şudur: Muammer Kaddafi ne Meclis Başkanı'dır, ne de Başbakan. Yani Kaddafi'nin hukuken hiçbir makamı bulunmamaktadır. Mesela bir büyükelçi atandığında, büyükelçi tarafından normalde Devlet Başkanına yapılması icap eden ziyaret, Libya'da Meclis Başkanı'na yapılır. Bakanların atanması, belirlenmesi yetkisi de Başbakanındır. Kağıt üstünde böyle olmasına ve törensel nitelik taşıyan bu tip işler aynen ifade ettiğim gibi yürütülmesine rağmen, pratikte tüm güç, hiçbir hukuki makam veya yetkisi bulunmayan - sadece 'Büyük Devrimin Lider ve Rehberi' gibi bir sıfatı olan Albay Muammer Kaddafi'ye aittir. Mesela o nedenle kendisine 'İstifa etmeli' diyenlere verdiği cevap çok ilginç ve doğrudur: 'İstifa edemem, çünkü benim istifa edecek bir makamım yoktur. Devlet Başkanı olsaydım istifa dilekçemi suratlarına atmıştım.' Ya da buna benzer bir şeydi, kameraların karşısına ikinci kez çıktığında yaptığı 45 dakikalık konuşmasında ettiği laf...

Libya'yı zor günler beklemeye devam ediyor... ama umarım Devrimleri bir başarıya ulaşır.

Son bir şey: En başta gördüğünüz bayrak, Kaddafi'nin devirdiği Kral I. İdris Senussi'nin zamanındaki Libya'nın - yani Libya Krallığı'nın bayrağıdır. Şu anda da devrimciler bu bayrağı kullanmaktadır.

Horus'un Dört Oğlu

Eski Mısırlılar, mumyalama sırasında, ruhu içinde bulundurduğuna inandıkları için kalp dışındaki tüm iç organları çıkartmaktalardı. Beyni ise sümüğün sebebi olarak gördükleri için organ olarak değerlendirmemekte, onu birtakım işlermden geçirip sıvılaştırdıktan sonra levye gibi bir çubuğun yardımıyla burundan çıkartıp atmaktaydılar. Çıkardıkları geri kalan dört organsa – karaciğer, akciğerler, mide (ve ince bağırsak) ve kalın bağırsağı ölen kişinin mezar odasında ayrı ayrı dört kabın içine koyuyorlardı. İşte bu dört organın saklandığı her bir kap bir tanrı şeklinde yapılıyordu, çünkü her kabın bir tanrısı vardı. Bunlar, resimdeki sırayla soldan sağa İmseti (karaciğer), Duamutef (mide), Hapi (akciğerler) ve Kebehsenuef’ti (kalın bağırsak) ve hepsi Horus’un oğluydu.

Bir kere Eski Krallık döneminde sadece Horus’un oğulları olarak görülmemektelerdi. Onlar, aynı zamanda Horus’un ruhunun birer parçası idiler. Firavun, Horus’un hem tezahürü, hem de koruyucusu olduğu; Firavun’un Osiris olarak adlandırılan ölü bedeni de Horus’un parçaları olduğu için, organları onun aynı zamanda çocuğu, parçası sayılmaktaydı. Organları saklayan bu dört tanrı – Horus’un Dört Oğlu – erkek olduğu için, onları korumakla görevlendirilenler de Eski Mısırlıların – aynen Ogdoad sisteminde olduğu gibi – dengeli bir eşleştirme yapmaya çalışmaları nedeniyle tanrıçaydılar. İnsan şeklindeki İmseti İsis tarafından korunuyordu. Babun Hapi’yi korumak Neftis’in göreviydi. Çakal Tanrı Daumutef Neith’in, Kebehsenuef’se Serket’in koruması altındaydılar.
Orta Krallık’ta bir tabutun doğu tarafına İmseti ve Duamutef, batı tarafınaysa Hapi ve Kebehsenuef konmaktaydı. Tabutun doğu yüzünde bir çift göz çizilir ve mumya doğmakta olan güneşi görebilsin diye yüzü oraya çevrilirdi. Tüm bunların sonucu olarak Horus oğulları aynı zamanda yönlerle de özdeşleştirilmiş oldular: Hapi kuzey, İmseti güney, Duamutef doğu ve Kebehsenuef de batıyla özdeşleşti.

18. Hanedanın sonuna kadar bu kavanozların kapakları Firavunun başı şeklindeyken, bu durum ondan sonra değişti ve yerini hayvan motiflerine bıraktı.

24 Şubat 2011 Perşembe

Anubis

Eski Mısır’ın en ünlü kültürel özelliklerinden biri olan mumyalamayı icat ettiğine ve Mısırlılara öğrettiğine inanılan çakal başlı Mumyalama Tanrısı’dır. Orta Krallık’a kadar Ölüler Tanrısı’ydı, fakat bu rol Orta Krallık’tan itibaren Osiris’e atfedildi. Eski Mısırca’daki adı Anpu’ydu. Set’le Neftis’in oğlu, Nut’la Geb’in torunu’dur. Yani Horus’la kardeş çocuklarıdır. Anubis’in dişi formu olan Tanrıça Anput, Anubis’in karısıdır. İkisinin Kebeçet adında ve mumyalama sıvısının koruyuculuğunu üstlenmiş bir kızları vardır.

Anubis, çakal başlı bir insan olarak tasvir edildiği gibi, sadece çakal biçiminde de betimlenirdi. Çakal şeklinde olmasının sebebi, bu hayvanın Mısır’da mezarlara girip ölülerin vücutlarını bulup parçalama riski bulunmasından kaynaklanıyordu. Ancak siyah rengi çakalın rengi olması nedeniyle değil, Nil Vadisi’nin bereketli siyah toprağı ve çürüyen etin aldığı kara renkten kaynaklanmaktaydı.

Mumyalamayı yapan rahibin giydiği kıyafet, Anubis’i andıracak biçimdeydi. Rahip mumyalama işlemini gerçekleştirirken kafasına çakal başı biçiminde bir maske takmaktaydı.

Mumyalama Tanrısı rolü sebebiyle, Osiris mitinde de geçer. Osiris öldürüldükten ve parçaları Nile atılıp tekrar bir araya getirildikten sonra, Osiris’i mumyalayan ve böylece ilk kez mumyalamayı gerçekleştiren Anubis’tir.

Hellenistik dönemde Anubis, pek çok tanrıda olduğu gibi Hellen kültürünün tanrılarından biriyle birleştirilmiştir. Anubis’le Hermes birleştirilerek Hermanubis adında yeni bir tanrı ortaya çıkmıştır.
Eski Mısır’da Firavun’un güç sembolü iki asasından biri olan harman döveni, Anubis’in simgelerinden biridir (diğer asa da kanca şeklindeki asadır).

22 Şubat 2011 Salı

Horus

Eski Mısırca’daki adı Haru olduğu tahmin edilen (tahmin edilen diyorum çünkü Mısırca’nın yazılı dilinde sesli harfler yoktur; Horus’un ismi hrw’dir mesela. Önceki yazılarımızı ve bundan sonrakileri de bu açıdan değerlendirmek gerekir.) ve Eski Mısırca’nın en son biçimi olan Kıpti dilinde adı Hor’a dönüşmüş olan şahin başlı tanrı Horus, Mısır panteonunun en önemlilerinden biridir: Eski Mısırlılar için Horus, Firavunun yaşarken aldığı biçimdir. Öldüğünde ise Horus olan Firavun Osiris’e dönüşecektir. Ancak Horus Heliopolis Enneadı’nın tanrılarının soyundan geliyor olmasına rağmen, Enneadın bir parçası değildir; zira Heliopolis Enneadı dördüncü nesil tanrılarla – yani İsis, Osiris, Set ve Neftis’le birlikte sona erer. Osiris’le İsis’in oğlu olan Horus, bir sonraki neslin bir üyesidir.

Ennead’a teknik olarak dahil olmamakla birlikte, Horus’la ilgili en önemli mitler Ennead tanrılarıyla ilişkilidir. Set, Osiris’i öldürdükten sonra Mısır tahtında hak iddia eder. Osiris’in karısı İsis, Horus’u öldürmesinden korktuğu için Nil Deltası’ndaki bataklıklara gelir, burada saklanır ve oğlunu doğurur. Horus belli bir yaşa kadar annesi İsis ve teyzesi (ve süt annesi) tarafından korunur ve yetiştirilir. Ancak ondan sonra Set’le Horus arasında uzun süren bir mücadele başlar (bazı kaynaklar 80 yıl diye bir süre bile vermiş). Mücadeleleriyle ilgili pek çok şey anlatılır. Bir keresinde Set, Horus’un gözünü çıkarır. Bu göz – ki Wedjat denir ve popüler olarak Horus’un Gözü olarak bilinir – Eski Mısır’da çok sık kullanılan bir muska haline gelmiştir. Wedjat, tanrıça Wadjet’le bir kişilik kazanır ve tanrı halini alır. Bu yüzden onu Wadjet’i yazdığımda anlatırım.

Buna rağmen Horus Set’le her çarpıştıklarında Set’i yener. Bununla ilgili iki örnekten ilkinde Horus, Set’i neredeyse öldürmek üzereyken annesi ve Set’in kız kardeşi İsis Horus’a engel olur.
Ama ikincisi hem Set’in Horus’a karşı mücadelesine son verdirmesi açısından önemlidir, hem de Eski Mısır dininin pek çok yerinde rastlandığı gibi cinsel bir içerikle – üstelik eşcinsel bir içerikle – donatılmış olması nedeniyle bir hayli ‘ilginç’tir... Chester-Beatty Papirüsü’nde anlatılan hikayeye göre, nihayetinden kimin Mısır’ın tahtına oturacağına karar verecek olan Tanrılara, her ikisi de diğeri üzerinde üstünlük kurduğunu göstermek zorundadır. Bu nedenle, daha öncesinde bir yumurtalığını Horus kopartmış olduğu için kaybetmiş olan Set, Horus’u – tabiri caizse – ayartarak kendisiyle ilişkiye girmeye zorlar. Ancak Horus buna engel olur, fakat Set’in semenini nehre atar. Horus ise Set’in en sevdiği yiyecek olan marul üzerine kendininkini koyar. Bir şekilde Set de bu marulu yer. Bu noktada Tanrıların huzuruna çıkarlar ve önce Set kendi semenine, sonra da Horus kendininkine seslenir. Set’e cevap nehirden, Horus’a cevap Set’in içinden gelir ve bunun sonucunda Set mücadelenin bu aşamasını da kaybeder. Bunun üzerine aralarında son bir tekne yarışı yapılır. Her iki tekne de görünüşte aynı olmakla ve taştan yapılmış gibi gözükmekle birlikte, Horus’unki aslında ahşaptır; Set’in teknesi batar, Horus yarışı bitirir ve Set tahtta iddia ettiği haktan vazgeçer, böylece Horus Firavun olur.
Set’le Horus arasındaki mücadele, bir yandan da Aşağı ve Yukarı Mısır arasındaki mücadeleyi anlatır; Horus aynı zamanda Aşağı Mısır’ın koruyucusuyken, Set de Yukarı Mısır’ın tanrısıdır. Ancak Set’le Horus her zaman bu mitte anlatıldığı gibi birbirleriyle mücadele ederken tasvir edilmez. İkisi Yukarı ve Aşağı Mısır’ı bir ip marifetiyle birleştirirken görülebileceği gibi, ikisi aynı anda Firavun’la birlikte betimlenebilir. Ancak şüphesiz Horus, Set’ten çok daha popüler bir tanrıdır.
Horus aynı zamanda pek çok formu olan bir tanrıdır. Ra-Harakhty ya da Hareoris – yaşlı Horus, Nut’la Geb’in oğlu olarak Hellenistik dönemde ortaya çıkmıştır. Harpokrates adıyla, yine Hellenistik devirde küçük bir çocuk olarak betimlenmiştir. Harpokrates Sessizlik Tanrısı’ydı.

Gökyüzü, Savaş ve Avcılık Tanrısı boyutları da olan Horus, Aşağı Mısır’ın koruyucu tanrısı olmakla birlikte, Yukarı Mısır’da bulunan (ismi Eski Mısırca “şahin” anlamına gelen) Nekhen’de en geç M.Ö. 3100 civarında ortaya çıkmıştı. En büyük kült merkezlerinden biri yine Yukarı Mısır’da bulunan Edfu Tapınağı’ydı. En korunmuş biçimde günümüze ulaşabilmiş bu tapınak, Eski Mısır’ın Hellenistik devrinde – yani 3000 yıllık yazılı tarihinin son 300 yılında – inşa edilmiştir ve yaklaşık 2200 yıllıktır.

20 Şubat 2011 Pazar

Neftis

Eski Mısırca'daki adı Nebet-Het olan Heliopolis Enneadı'nın üyesi Neftis İsis, Osiris ve Set'in kız kardeşi (Set'in aynı zamanda karısıdır), Nut'la Geb'in kızı, Şu'yla Tefnut'un torunu ve Mumyalama Tanrısı Anubis'in annesidir. İsis'le beraber Osiris'in mumyasını korumakla görevli oldukları için, İsis'le birlikte çok sık tasvir edilmiştir.

Neftis, görüldüğünün ve sanıldığının aksine, önem açsından Eski Mısır dininde İsis'ten aşağı kalır yanı yoktur. Horus'un sütannesi olması nedeniyle, o sırada tahtta bulunan Firavun'un da bakımını ve korunmasını üstlenmiş olarak kabul edilmiştir.

Neftis, koruyucu bir tanrıça olması, uhrevi hayatla ilişkisi ve İsis’le yakın bir bağı bulunması nedeniyle, ölüler diyarı ve Osiris’in krallığı olan Duat ve cennet Aaru’daki yolculukları sırasında ruhlara eşlik etmekteydi. İsis gibi güçlü bir büyücüydü ve bu uzun yolculuk sırasında orada bulunan canavarlara karşı ölüleri İsis’le birlikte korumaktaydı. Ra’nın her gece tekrar tekrar yaptığı yolculuk sırasında da ona eşlik etmekteydi.

Neftis, aynı zamanda Set’in karısıydı. Ancak Set’in Ra’nın koruyucusu olduğu konseptiyle bir birlikteliği mevcuttu. Set’in Osiris’e oynadığı oyun sonucu öldürmesi ve oğlu Horus’la kapışmasıyla özdeşleştirilen kötülüklerle dolu yönü Neftis’le özdeşleştirilmez. Hatta Neftis, Osiris’in Abydos’taki tapınak külliyesinde, onun başında ağıt yakan İsis’in bu ağıtına katılır.

Osiris mitinde iki önemli rolü bulunmaktaydı. Bunlardan ilki kocasının parçalarını toplamaya çalışan İsis’e eşlik ve yardım etmekti. İkincisiyse Horus’un bakım ve yetiştirilmesi konusunda yine İsis’e yardım etmekti.

Set’in karısı olması nedeniyle, Set kültünün yükselişe geçtiği Yeni Krallık’taki 19. Hanedan dönemi – yani meşhur I. Seti ve II. Ramses’in mensubu olduğu hanedan zamanında – Neftis tapınakları da inşa edilmiş/elden geçirilmiştir. Bunların en önemlilerinden ve en büyüklerinden biri Fayyum bölgesindeki Sepermeru kentinde yer almaktaydı.

Neftis’in birtakım ilginç yönleri de vardır. Mesela şenliklerde özgürce bira tüketimine katkıda bulunan bir tanrıçadır; Firavunlar Neftis’e adak olarak bira sunarlar. Neftis de bunları – sarhoş olmadan, adam gibi içmek şartıyla – Firavun’a verir. Bunun dışında geceliğin Firavun’a ‘ay ışığı yüzünden saklananı görmeyi’ sağlar. Çölün karanlık ve büyülü kısımları ondan sorulur. Karanlık boyutu olması nedeniyle Neftis’e bu rol fazlasıyla uyar.

Tasvirlerinde İsis’e çok benzeyen Neftis’in başında bir ev ve evin üstünde bir sepetten oluşan (en azından hiyeroglifleri) bir taç bulunurdu.

Mumyalama sırasında iç organlar çıkartıldıktan sonra, 4 ayrı kaba konurdu. Bu kapların her biri, Horus’un dört oğluna atfedilirdi ve onların koruması altına alınırdı. Kaplar da bu nedenle onların şeklinde yapılmaktaydı. Koruyucu bir tanrı olması ve uhrevi hayatla mumyalamayla ilişkilendirilmesi nedeniyle Neftis, akciğerlerin saklandığı kapla özdeşleştirilen babun başlı Tanrı Hapi’yi korumak da görevleri arasında yer almaktaydı.

Yedi Harika IV: Zeus Heykeli

Olympia... Olimpiyat Oyunları'nın yapıldığı, büyük Zeus'un en önemli tapınağının bulunduğu yer. Ve burası ününü sadece Olimpiyat ve birtakım mabetlere değil, Eski Yunan kültürünün belki de en önemli heykeline de ev sahipliği yapmasına borçlu: Heykeltraş Phidias'ın yapmış olduğu ve Zeus Heykeli'ne.

Günümüzde hiçbir izi kalmamış olan heykel, Zeus'un tahtında oturur bir biçimde göstermekteydi. 12 metre uzunluğundaki heykelin sol tarafında yerde bir kartal bulunuyordu; Zeus'un sol elinde bir asa, sağ elinde ise Zafer Tanrıçası Nike bulunmaktaydı. Tahtı sedr ağacından, heykelin kendisi ise altın, fildişi ve abanozdan yapılmıştı. Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabo, heykeli tarif ederken, "eğer tanrı ayağa kalksa, tapınağın çatısını yıkabilir" demişti. Phidias'a heykeli nerden esinlenerek yaptığı sorulduğunda, Homeros'un Ilyada'sındaki bir tarifin bu konuda kendisini etkilediğini söylemiş.

Roma İmparatoru Caligula'nın heykelin kafasının kendi kafasıyla değiştirilmesi için Roma'ya getirtmeye kalkışmış, ancak M.S. 41'de öldürülmesiyle bu gerçekleşmemiştir.

Zeus'un bu muhteşem heykelinin sonunun ne olduğuyla ilgili birtakım iddialar vardır. İmparator Theodosius'un emriyle tüm pagan tapınakların kapatılmasının ardından Olympia'daki Zeus tapınağı da kendi haline terkedilmişti. İşte ilk iddia da, bundan sonra M.S. 425'te meydana gelen bir yangın sırasında yok olduğudur.

İkinci bir iddiaya göre de heykelin, II. Theodosius zamanında İstanbul'daki İmparatorluk Sarayı'nda görev yapmış İmparator'un Teşrifatçısı Lausos'un kendi koleksiyonu için İstanbul'a getirtmesiyle ilgilidir. Roma'nın Hıristiyanlık dışındaki dinleri yasaklayıp pagan tapınakların kapatılmasıyla birlikte, heykelleri oluşturanlar da dahil tapınaklardaki değerli malzemeler sökülmüştü. Zeus'un Olympia'daki heykeli de bundan nasibini almıştı tabii. O nedenle de, kala kala sadece bir iskelet kalmıştı geriye. İşte ikinci iddia da, Lausos'un İstanbul'daki Hipodrom'la Binbirdirek Sarnıcı arasında bulunan evine - ki sarayı demek daha doğru aslında - getirtmiş olduğu bu 'iskelet'in, M.S. 475'te şehrin merkezini yok eden bir yangın sırasında, heykel koleksiyonunun geri kalanıyla beraber tamamen yok olduğudur.

Heykelin yapıldığı yerle ilgili olarak, M.S. 2. Yüzyıl'da yaşamış tarihçi-gezgin Pausanias, Phidias'ın Olympia'da bir atölyesinin olduğunu ve heykelin de burada yapıldığını kaydetmiştir. 1950'lerde Olympia'da yapılan kazılar sırasında, Phidias'ın atölyesi bulunmuştur. Atölyede birtakım aletler, toprak kalıplar yanında üzerinde 'Ben Phidias'a aitim' yazan bir kap da bulunmuştur.

18 Şubat 2011 Cuma

İsis

Heliopolis Enneadı'nın üyesi olan İsis, Osiris'in kızkardeşi ve karısı, Set ve Neftis'in kardeşi, Horus'un annesi, Nut'un ve Geb'in kızı ve Şu ve Tefnut'un torunudur. Analık ve Bereket Tanrıçası olmasının yanında, büyü de İsis’in, tabiri caizse görev alanına girer. Ancak Eski Mısırca adı Aset olan İsis, bundan daha fazlasıdır.

İsis tüm İlkçağ’ın gelmiş geçmiş belki de en önemli Tanrıçasıdır, eğer Tanrısı da değilse tabii. Abydos ve Mısır’ın güneyindeki Philae adasındaki tapınak başta olmak üzere , Hellen ve Roma dünyasının pek çok yerinde tapınakları bulunmaktaydı. Roma’da, Pompeii’de (bakınız: Siyah beyaz tapınak fotoğrafı), hatta Britanya’da bile. Deltadaki Sebennitos kenti İsis’in en eski kült merkeziydi, ancak M.Ö. 3100 civarında ortaya çıkan bu kült, zaman içinde tüm Akdeniz havzasına (ve hatta ötesine) yayıldı.

Peki neden?

İsis, Mısır’da güçlü bir tanrıçaydı. Osiris kültünün yükselişi ve Heliopolis Enneadı’nın iyice yerleşmesinin bunda etkisi vardı elbette. Eski Krallık merkezinin Memfis’te olması – yani Aşağı Mısır’da olması da bunu kolaylaştırmaktaydı tabii. Ancak İlkçağ’ın pagan dinlerinde – ve özellikle de Eski Mısır dininde – çok sık görülen tanrıların bazı özelliklerinin başka tanrılarca ele geçirilmesi veya bir tanrının bir ya da birden fazla tanrıyla birleştirilmesi – Amon-Ra’da olduğu gibi – İsis’in zaman içinde öneminin artmasını sağladı. Eski Mısır’ın önemli iki tanrısının – Bereket ve Aşk Tanrıçası Hator’la analık figürlerinden biri olan ve Amon’un karısı Mut’un özelliklerini bünyesine kattı. Sadece Eski Mısır dininin değil, başka dinlerin tanrılarıyla da birleşti; mesela Demeter ve Afrodit’in bazı özelliklerini, Hellenistik devirde ve Roma döneminde (M.Ö. 330 – M.S.500) kendisine kattı. Bunun yanında bazı tanrılarla üçlemeler de oluşturduğu oldu. Zaten var olan Osiris-İsis-Horus üçlüsü bir yana, Hellenistik devre ait İskenderiye kökenli Serapis ve Horus’tan türetilen Harpokrates’le üçlemeler içinde yer aldı.

İsis’in sembolleri arasında ebedi hayat, diriliş, bereket ve büyü gibi konseptlerin bulunması da, kültünü popülerleştirmişti. Ancak hepsinin ötesinde İsis bir Ana Tanrıça’ydı. Bir kere ideal bir eşti; kocasını seven, onun için kilometrelerce yol kat eden ve onu diriltmek için elinden geleni yapan biriydi. Sonra Horus’un annesiydi ve ideal anneydi; şefkatliydi, iyiydi, koruyucuydu, dinleyendi. Bu yönüyle günahkârların, kölelerin, ezilmiş, haksızlığa uğramışların, zanaatkârların dostuydu. Ayrıca hizmetkârların, asillerin, kralların, zenginlerin de dualarını dinlerdi. Ölülerin ve yeni doğanların koruyucusuydu. Aynı zamanda güçlüydü; kafasında bir tahttla tasvir edilirdi.

Şunu da bu noktada ifade etmekte fayda var; bu annelik konsepti ve özellikle Firavun/kralla özdeşleştirilen Horus’un çocuk formu ve bu ve bununla ilişkili kültlerin, Hıristiyanlık’taki Meryem Ana’yla Hz. İsa arasındaki ilişkinin de temelini oluşturduğu (bakınız: Çocuk Horus’a bakan Tanrıça İsis heykeli vs. Meryem Ana ve Çocuk İsa), hatta İsis kültünün bu kadar popüler olması nedeniyle de daha kolay yayılabildiği tezleri bulunmaktadır.
Koruyucu özelliği bulunması nedeniyle İsis, mumyalama sırasında çıkarılan organların saklandığı dört kapla özdeşleştirilen Horus'un dört oğlundan İmsety'yi de korumakla görevliydi.

İsis kültünün en temelindeyse büyü bulunmaktaydı. Büyü, İlkçağ’da çok güçlü bir araçtı ve gerek Mısırlılar, gerekse Romalılar ve Yunanlılar tarafından bu yönü de çok çekici gelmişti.
Bunun dışında İsis’in on bin tane ismi vardı; zira bunlardan biri ‘On Bin Adın Efendisi’ydi. Bunun dışında (bir kısmı Bakire Meryem’e de atfedilen) Cennetin Kraliçesi, Tanrıların Anası, Denizin Yıldızı gibi isimleri de bulunmaktaydı.

Başında taht olan bir kadın olarak tasvir edilmenin yanında, inek tanrıça Hator’u bünyesine kattığı için, kafasında iki boynuz arasına girmiş Güneş kursuyla da tasvir edilmekteydi. Tek başına ya da çocuk Horus’la beraber resmedildiği de olmuştur. Bunun dışında diz çökmüş ve kanatlarını açmış bir kadın/kuş biçiminde de betimlendiği olmuştur.
Hellen dünyasında kendi isminden türeyen kişi isimleri de üretilmiştir. “İsis’in hediyesi” anlamına İsidoros gibi (Gerçi bunun “Tanrı’nın hediyesi” biçimi Theodoros’u daha sık görmek mümkündür).

İlkçağdaki haliyle İsis kültü, dünya üstündeki son Mısır tapınağı olan Philae adasındaki tapınağın kapanmasıyla tarihe karışmıştır. Ancak birtakım neo-pagan inanışlar çerçevesinde tekrar tapılmaya başlanmıştır diyecek kadar ileri gitmek doğru olmasa da, ilgilenenler mevcuttur demekle yetinelim.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Set

Eski Mısır Dini'nin çöl, fırtına, kaos ve karanlıklar tanrısı olan Set, Heliopolis Enneadı’nın bir üyesiydi; Osiris, İsis ve Neftis’in kardeşi (aynı zamanda Neftis’in kocası), Anubis’in babası, Horus’un amcası, Nut’la Geb’in oğlu, Şu’yla Tefnut’un torunuydu. Yukarı ve Aşağı Mısır birleşmeden önceki dönemin arkeolojideki adı olan Nakada Kültürü’ne adını veren kent (Eski Mısırcası Nubt), Set’in en önemli kült merkezlerinden biriydi. Şa adı verilen, Set hayvanı da denen ve köpeğe benzeyen bir hayvanın başına sahip bir insan olarak tasvir edilirdi. Sembollerinden biri, was denen ve gücü temsil eden tanrıların asasıydı. Asanın üst kısmının şekli, Set hayvanının başı şeklindeydi. Söz konusu hayvanın çölde yaşayan bir köpekgilden ya da çakaldan etkilendiği tahmin edilmektedir. Set hayvanı dışında antilop, su aygırı, timsah, akrep ve yaban domuzu Set’le özdeşleştirilen kutsal hayvanlardı. Set hayvanına ilişkin tasvirler M.Ö. 4000’e kadar gitmektedir.

Set’e tapınma Mısır’ın tarihsel gelişimiyle yakından ilgili bir şekilde gelişim ve değişim göstermiş; kimi zaman artmış, kimi zaman tapınakları ve tasvirleri tahrip edilmeye varacak düzeyde azalmıştır. Set Yukarı Mısır’ın, Osiris’in oğlu Horus Aşağı Mısır’ın koruyucusuydu. Eski Krallık başlarken, yani Yukarı Mısır’la Aşağı Mısır birleştiğinde, iki tanrı Mısır’ın birleştiricileri olarak anılan tanrılardı. Horus Firavun’la özdeşleşirken, Set de Güneş Tanrısı Ra’nın koruyucusuydu. Ancak, gerek Osiris’in daha ortaya çıkması, gerekse siyasi nedenlerle Set’in Horus ve Osiris karşısında bir bakıma güç kaybetmesi, Set’e tapınmanın azalmasına neden oldu. Şöyle ki; Set’le Horus arasındaki şiddetli mücadele, birkaç kez Ennead tanrılarının huzurunda olmak üzere, sonunda Horus’un galibiyetiyle sonuçalanmasına neden oldu. (Gerçi miti Osiris’i anlatırken anlattım ve Horus’ta bir daha anlatacağım başka boyutlarıyla ama, Set bu mücadele sonucunda inanışa göre Osiris’in bedenini Ennead Tanrıları tarafından sonsuza kadar sırtında taşımaya mahkum edildi.) Bunun siyasi sonucu, Osiris’in tahtını Horus’a devretmesi ve bu nedenle de tahta geçme sırasının Eski Mısır’da babadan oğula olmasının dinin temelini oldu. Bu sayede Firavun’un kardeşleri tahtta hak iddia edemediler – en azından oğlu olduğu sürece.
Diğer yandan, mesela Yeni Krallık döneminde Set’e olan ilgi artmıştır. Bunun da başlıca nedeni yine tarihseldi; zira Set, İkinci Ara Dönem denen ve Orta Krallığı kuzeyden gelerek yıkan ve Aşağı Mısır’da kendi krallıklarını kuran Hiksoslar’ın tanrıları Sutekh ile özdeşleştirilmişti. Hiksoslar’ın başkenti Avaris kökenli olan 19. Hanedan’ın ilk Firavunu I. Ramses’in Set kültüyle yakın bağları vardı. Bu nedenle bu hanedan döneminde Set’in etkisi artmış ve Yeni Krallık yıkılıncaya kadar da devam etmiştir. Öyle ki, bu dönemdeki bazı Firavunlar Set’i kraliyet isimlerinde kullanmışlardır; I. Seti, II. Seti ve Setnakht’ta olduğu gibi.

Üçüncü Ara Dönem’den, yani M.Ö. 1080’den itibaren Set kültünün terk edildiğini görüyoruz. Pek çok tapıakta Set, Tot ve Sobek’le değiştirilmiştir. İyice ilerleyen dönemlerde de bir canavara dönüştürülmüştür. Pagan inanışın Roma İmparatorluğu’nda yasaklanmasıyla birlikte (M.S. 380), Set’e tapınma da tamamen ortadan kalkmıştır.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Aziz Valentinus


Sevgililer Günü olarak bilinen gün, aslında Katolik Kilisesi'nin Valentinus adlı bir azizinin yortu günü (Hıristiyan inancına göre aziz olan kişinin anma gününe yortu denir) olarak belirlediği gündür. Çeşitli martirolojilerde, yani şehit/martir olmuşların listelerinin ve açıklamalarının olduğu birtakım metinlerde, bir değil üç Aziz Valentinus’tan bahsedilir aslında.

Bunlar içinde en ünlüsü 14 Şubat 269’da Via Flaminia adındaki Roma yollarından birine gömülen Prebister (bir tür papaz/piskopos; mürver/yaşlı anlamındaki Yunanca πρέσβυς/presbus’tan türemiştir) Valentinus’tur. Ancak bu bile kesin bir veri olmadığı, hatta birden fazla Valentinus adında hakkında belirsizlikler bulunan aziz olduğu için, 1969’da Azizler Takvimi elden geçirildiğinde listeden tamamen çıkartılmıştır. Yine de Prebister Valentinus, tüm dünyadaki Katolikler için saygıyla anılması gereken azizlerin bulunduğu bir listede ismi bulunmaya devam etmektedir. Söz konusu Valentinus ya da herhangi bir Valentinus’un adına, en eski Hıristiyan dini bayramları ve anma günleri listesini barındıran 354 Yılı Kronografyası olarak bilinen metinde rastlanmamıştır. Üç azizin birden yortu gününün kutlanmaya başlamasıysa Papa I. Gelasius’un 496’daki buyruğuyla olmuştur. Ancak o dönemde bile – Prebister Valentinus da dahil – hiçbiri hakkında fazla bir şey bilinmemekteydi. Arada daha fazla atlamayalım; diğer Valentinuslar bir Interamna (bügünkü Terni) Piskoposu ile Roma eyaleti Africa’da şehit edilen bir Valentinus’tur.

Ne var ki, 269’da gömülen Valentinus’un bu güne anlam ve önemini veren kişi olması çok muhtemeldir. Şöyle ki, Ortaçağ’ın en önemli hagiografilerinden – yani azizlerin hayatlarının yazıldığı metinlerden – biri olan Legenda Aurea, yani Altın Efsane’de belirtildiği kadarıyla, Roma İmparatoru II. Claudius evli erkeklerin iyi asker olamayacağını düşündüğü için askerlerin evlenmelerini yasaklamış. Valentinus da gizli gizli Hıristiyan askerleri evlendirmekteymiş. Valentinus’un böyle yaptığını öğrenen İmparator, onu hapse attırmış, fakat onu sevdiği için iyi davranmış, ancak kendisini de Hıristiyan yapmaya çalışınca önce taşlanmış ve sopalara dövülmüş, ardından da şehir surlarının dışında, Flamina Kapısı’nın önünde asılarak öldürülmüştür. Yine aynı efsaneye göre Valentinus, kendi celladının kör olan kızının gözlerini, öldürülmeden önce bir mucizeyle iyileştirmiştir.

Bu Aziz Valentinuslar’dan hangisi olursa olsun, Aziz Valentinus’un yortu gününün ilk kez aşkla, romantizmle özdeşleştirilmesi, 14. yy’da yaşamış İngiliz şair Geoffry Chaucer’in yazdığı Parlement of Foules, yani Kuşlar Meclisi adlı şiirine dayanır. Bundan önce bu tür bir uygulama yazılı kaynaklarda geçmemektedir.

Günümüzde bu Aziz Valentinus hem Roma Katolik Kilisesi, hem Doğu Ortodoks Kilisesi, ayrıca da Anglikan ve Luteran Kiliseleri tarafından kendisine hürmet edilmektedir.

İşte, Sevgililer Günü’nün kaynağı olan Aziz Valentinus’un hikayesi bu. Yüzlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan hepinizin bu güzel günü kutlu olsun!...

Osiris

Eski Mısır Panteonu’nun en önemli tanrılarından, Heliopolis Ennadı’nın üyesi ve Yeraltı Dünyası’nın Tanrısı Osiris (Eski Mısırca Asar), Şu’yla Tefnut’un torunu, Nut’la Geb’in oğlu, (aynı zamanda karısı olan) İsis, Neftis ve Set’in kardeşi, Horus’un babasıdır. En önemli tapınağı Abdjedu’da (Abydos) bulunmaktaydı. Atef adlı, sadece kendisine özgü bir taç takardı. Bu taç, Yukarı Mısır’ın Beyaz Tacı Hedjet’in iki tarafına eklenmiş birer tüyden ibaretti. Mumyalanmış ve teni yeşil renkli olarak tasvir edilirdi. Yeşil renk yeniden doğuşu temsil etmekteydi.

Osiris’le ilgili en önemli mit İsis, Set ve Neftis’in içinde geçtiği mittir ve Mısır dininin en önemli mitlerinden biridir. Buna göre o sırada Mısır’ın kralı olan Osiris’in erkek kardeşi Set, Osiris’i kıskanmakta ve ondan kurtulmak istemektedir. Aklına bir plan gelir. Sadece Osiris’in sığacağı büyüklükte bir tabut hazırlatacak, bir parti sırasında bu tabutu getirecek ve kim içine sığarsa ona vereceğini söyleyecekti. Aynen de oldu, kimse sığmadı, bir tek Osiris içine girebildi. Ancak bunun olmasıyla birlikte Set ve arkadaşları tabutun üstüne atlayarak kilitlediler ve onu Nil’e attılar. Osiris’in kızkardeşi ve karısı İsis ve diğer kızkardeşi Neftis, onu diriltmek için yollara düşer. İsis, Osiris’in vücudunu ve tabutu Biblos’ta (bugünkü Lübnan’da) bulur. Bulduktan sonra onu uygun bir ayinle ölüler dünyasına göndermek üzere Mısır’a getirir. Ne var ki, yolda dönerken İsis’in bataklığa gizlemiş olduğu Osiris’in tabutunu, orda avlanmakta olan Set bulur. Diritlmesini önlemek için Osiris’i 14 parçaya ayırıp Mısır’ın dört bir yanına fırlatır (bir yıldaki dolunay sayısı 12-14 arasıdır; 14’ün sebebi budur). İsis, Osiris’in fallusu dışında kalan 13 parçayı bulur, 14. parçaysa Set’in dostu olan Nil’de yaşayan bir balık tarafından yutulur. Kayıp parçanın yerine onun altından yapılmış bir kopyasını koyar ve Osiris’i Anubis’e mumyalatarak dirilttirir. Böylece Osiris, Yeraltı Dünyası Tanrısı olur; Set ise diğer tanrılar tarafından Osiris’in vücudunu ebediyen sırtında taşımaya mahkum edilir. Oğlu Horus da ayrıca babasının intikamını alır, ama onu Horus’u yazarken anlatayım artık.

Edindiği bu rol nedeniyle Osiris, aynı zamanda ölümlerinde firavunlarla (ilerki dönemde herkesle) özdeşleştirilmiştir. Her ölen firavun bir ‘Osiris’ olur ve Tanrı Osiris’le birleşir.

Yeniden dirilişle ve fallusunun Nil’de yaşayan bir balıkla ilişkilendirilmesi, Osiris’in aynı zamanda bir bereket tanrısı olmasına da neden olmuştur. Eski Mısır inancına göre Nil taşkınlarının olması gerektiği gibi gerçekleşebilmesi, Osiris’in isteğine bağlıdır.

Osiris, Ptolemy hanedanı döneminde Mısır’ın Hellenleşmesi’yle birlikte, Zeus’la birleştirilerek Serapis adında bir tanrının da Mısır temelini oluşturur. Tapınaklarına da Serapeum denirdi. Bunların en önemlisi İskenderiye’de bulunmaktaydı; M.S. 391’de İskenderiye Patriği Theophilus tarafından dolduruşa getirilen şehrin Hıristiyanları tarafından yok edilmiştir.

M.Ö. 3000 civarından beri tapılan Osiris kültünün son tapınağı olan Philae Adası’ndaki Tapınak, Roma İmparatoru Theodosius’un 380’deki Fermanı’nın gazabından kurtulmuştu. Ancak Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen’in bu tür şeylere tahammülü yoktu; bu nedenle M.S. 6. yy’da Jüstinyen’in emriyle bu tapınak da kapatıldı.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Geb

Heliopolis Enneadı’nın bir üyesi olan Yeryüzü Tanrısı Geb, Nut’un kocası; Osiris, İsis, Set ve Neftis’in babası, Şu ve Tefnut’un oğlu ve Atum’la Iusaaset’in torunudur. Eski Mısırlılar Geb’in kahkahalarının depremleri meydana getirdiğine ve ekinlerin yetişmesine izin verdiğine inanırlardı.

Geb, yere uzanmış bir adam olarak tasvir edilirdi. Bu tasvir genelde karısı ve kızkardeşi Gökyüzü Tanrıçası Nut’un ters ‘u’ şeklinde onun üzerinde duruşuyla birlikte olurdu. Şu ve Tefnut tarafından yaratıldıktan sonra, öncesinde Nut’la ‘birleşik’ olan Geb, Hava Tanrısı Şu’nun aralarına girmesiyle ondan ayrılmıştır.

İlerleyen dönemlerde Geb, oğlu Osiris ve Tanrı Min gibi yeraltı dünyasıyla özdeşleştirilmiş, Osiris’ten önce Mısır tahtında oturan bir kral olarak değerlendirilmiştir. Yeraltı Dünyasıyla özdeşleştirilmesi, Eski Mısırlılarca bitki örtüsüyle de ilişkilendirilmesi sonucuna neden olmuştur; mesela kaburgalarında Mısır için çok önemli bir yiyecek kaynağı olan arpa yetiştiği düşünülürdü.

Yeraltı dünyasıyla, bitki örtüsüyle ve kraliyetle bağlantısı, Geb’e bir rol daha yakıştırılmasına neden olmuştu. Şöyle ki, Eski Mısır inancına göre bir kişinin ruhu beş bölümden oluşuyordu: Ren, Ba, Ka, Ib ve Şeut. Ren kişinin adı, Ba kişiliği, Ka ruhsal varlığı, Ib metafiziksel anlamdan kalbi, Şeut da gölgesiydi. İlerleyen dönemlerde zaten bunların da açıklamasını yazıp çizeceğim, ancak şimdi daha fazla konudan sapmaya neden olacağı için burda kesiyorum bunu. Dönelim Geb’e. Geb’in yeraltı dünyasıyla bağlantı kurulması, Ren’in koruyucusu olduğuna inanılan yılan başlı Tanrıça Renenutet’in de kocası olarak tasvirine neden olmuştu. Renenutet’in kızı (bazen de oğlu) olan Nehebkau da, ölümden sonra Ka ile Ba’nın birleşmesinden sorumluydu ve o da yılan şeklindeydi. Bu nedenlerle Geb, bazen yılan şeklinde de tasvir edilmiştir.

10 Şubat 2011 Perşembe

Nut

Heliopolis Enneadı'nın bir parçası olan Gökyüzü Tanrıçası Nut, Tanrı Atum ve Tanrıça Iusaaset'in torunu, Hava Tanrısı Şu ve Rutubet Tanrıçası Tefnut'un kızı, Yeryüzü Tanrısı Geb'in kızkardeşi ve Osiris, Set, İsis ve Neftis'in annesidir. Çok geç dönemlerde Nut'un (mesela Hellenistik dönemde) bir beşinci çocuğu daha vardır: Ra ile Horus'un birleşiminden oluşan Ra-Harakthy.

Pek çok mitolojidekinin aksine, Mısır mitolojisinde gökyüzünün 'Tanrıçası' olması, yeryüzünün de bir 'Tanrısı'nın olması sıradışı bir olaydır; zira genelde tam tersidir; Gaia vs Uranus'ta olduğu gibi.

Nut ile Geb, yani gökyüzü ile yeryüzü, babaları Şu - yani hava tarafından ayrılıncaya kadar sonsuz bir cinsel ilişki döngüsü içinde yer alıyorlardı; bu ilişkinin sonucunda da dört çocukları olmuştu. Ancak Ra-Harakthy eklendikten sonra mitlerde şu şekilde bir değişiklik olur:

Tanrılar tarafından çocuk sahibi olması yasaklanan Nut, çocuk sahibi olabilmesi için sorunu çözmek amacıyla Bilgelik Tanrısı Tot'un yardımını ister. Tot, güçlü duygular beslediği Nut'a yardım edebilmek için Ay Tanrısı Konsu'yla bahis oynar. Bahsi kaybeden Konsu, Tot'a kendi ışığından beş günlük bir zaman verir. Kazandığı beş günü, o zamana kadar 360 günlük Mısır Takvimi'nin sonuna ekler ve takvim 365 gün olur. Tanrıların takviminde yer almadığı için farkına varmazlar ve Nut o beş günün her günü birer çocuk dünyaya getirir: Osiris, Set, İsis, Neftis ve Hareoris (Ra-Harakhty).

Gökyüzü dışında gökyüzündeki tüm nesnelerin de tanrıçası olması nedeniyle Nut'un ölülerin ruhlarını ahirete geçtikten sonra korumak gibi bir görevi de bulunmaktaydı. Bu sebeple ay ve güneş gibi nesneler, battıkları zaman Nut tarafından yutulurlar ve sabah oluncaya kadar, o süreyi Nut'un koruması altında karnında geçirirler. Sabahleyin de tekrar doğarlar. Bunun yanında Osiris, Set tarafından öldürüldükten sonra İsis tarafından diriltilerek, bir merdiven kullanarak Nut'a çıkar ve ölüler diyarının tanrısı olur. Bu da ölülerin dostu ve ahiret hayatıyla ilgili önemli bir tanrıça olduğunu göstermektedir.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Şu

Anlamı Eski Mısırca ‘boşluk’ olan Şu, Mısır’ın Rüzgâr ve Hava Tanrısı’ydı. Atum’la Iusaaset’in oğlu, Su Tanrıçası Tefnut’un kardeşi ve kocasıdır ve Heliopolis Enneadı’nı oluşturan tanrılardan biridir. Tefnut’tan iki çocuğu olmuştur; bunlar Gökyüzü Tanrıçası Nut ve Yeryüzü Tanrısı Geb’dir. Osiris, İsis, Set ve Neftis torunlarıdır.

Doğumları sırası ve sonrasında birbirlerine çok yakın oldukları için Nut’la Geb’i birbirinden ayıran da Şu’dur.

Havayla ve rüzgârla özdeşleştirilmesi nedeniyle Şu, aynı zamanda sakinleştirici, serinletici, huzur verici bir tanrı olarak kabul edilir. Bu nedenle Ma’at’la, yani Mısır inancının adalet hissiyle de özdeşleştirlir. Adaletin simgesi Mısır’da devekuşu tüyü olduğu için, kafasında bir ya da dört devekuşu tüyüyle resmedildiği olur.

Eski Krallık devrinin sona ermesi ve ülkenin parçalanmasına neden olan hava değişikliklerini Mısırlılar daha sonraları – pek çok başka hikayeyle birlikte – Şu’yla Tefnut’un kavga etmesine bağlamışlardır (Gerçekteyse bu iklimsel değişiklik M.Ö. 22. Yüzyıl Kuraklığı olarak adlandırılan, aşağı yukarı yüz yıl kadar süren ve Eski Krallık dışında Mezopotamya’da Akkad İmparatorluğu’nu yıkan olayları tetikleyen ve Çin ve Arap Yarımadası’ndaki pek çok kültürü adeta haritadan silen çok büyük bir kuraklık dalgasıdır). Efsaneye göre Tefnut ve Şu kavga ederler, Tefnut sinirlenip Nübye’ye kaçar. Kısa süre sonra Şu onun değerini anlar ve onu çok özler. Ancak Tefnut kendisini, kendine yaklaşan her insan ve tanrıyı yok eden bir kediye çevirmiştir. Bunun üzerine Bilgelik Tanrısı Tot, kılık değiştirerek Tefnut’un yanına gider, onu ikna eder ve Tefnut tekrar Mısır’a döner.