Sic transit gloria mundi

My name is Ozymandias, king of kings: Look on my works, ye Mighty, and despair! Percy Bysshe Shelley

28 Aralık 2010 Salı

Westminster Abbey

Londra'nın en eski yapılarından ve en büyük ve güzel kiliselerinden Westminster Abbey'in bugünkü yapısı, 945 yıl önce bugün, 28 Aralık 1065'te kutsanarak 'açıldı'.
Doğrudan Britanya monarkına bağlı olarak çalışmalarını yürüten kilise, aslında bir katedral değildir; sadece 1546-1556 arasında çok kısa bir süre katderal olmuş - yani bir piskoposun kilisesi haline gelmiştir. Günümüzde ise, Kraliçe Victoria zamanında İstanbul'daki Ayasofya Müzesi'nden esinlenerek inşa edilen Westminster Katedrali'yle de karıştırmamak gerekir; orası Anglikan Kilisesi'ne değil, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı olarak çalışır.

Günümüzde Britanya Meclisi'ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar İngiltere krallarının sarayı olan Westminster Sarayı'nın yanında bulunan Westminster Abbey, İngiltere tarihi açısından da önemli bir yerdir. 1066'dan bu yana tüm İngiliz kral ve kraliçeleri burada taç giymiştir. Hatta o kadar ki, 13. yy'ın başındaki karışık dönemde sonradan VIII. Louis adıyla Fransa Kralı olacak olan prens Louis Londra'yı kontrolü altında bulundurduğu için II. Henry'nin taç giyme töreni Glouchester Katedrali'nde yapılınca, Papa bunun uygun olmadığını beyan etmiş ve şehir tekrar İngiliz kontrolüne geçince bir taç giyme töreni daha, bu sefer Westminster'da gerçekleştirilmiştir.

I. Mary hariç 1308'den bu yana taç giyme törenleri sırasında kullanılan ve İskoç Krallarının taç giyme törenlerinde kullandıkları Scone Taşı'nı (Taş 1950'de çalınmış, 1951'de geri dönmüş, 30 Kasım 1996'da da taç giyme törenlerinde Westminster'da kullanılmak şartıyla İskoçya'ya getirilmiştir. Edinburgh Şatosu'nda saklanmaktadır.) barındırmak için yapılan St. Edward Tahtı da Westminster Abbey'de bulunmaktadır. Yapıldıktan sonra Westminster'dan sadece iki kere çıkarılmıştır. İlkinde Oliver Cromwell, İngiliz İç Savaşı sonrasında kendisini Lord Protector ilân etmiştir. İkincisinde de, II. Dünya Savaşı'nda daha güvenli olduğu gerekçesiyle Glouchester Katderali'ne götürülmüştür. I. Edward tarafından 1293'te yaptırılmış, adını sondan bir önceki Wessex Kralı ve aziz mertebesine yükseltilmiş tek Britanya monarkı Edward the Confessor'den almıştır.

Kilise aynı zamanda pek çok önemli kraliyet ailesi üyesinin de mezarıdır. İngiltere krallarının mezarlarının bulunduğu üç önemli yerden biridir (diğerleri Windsor Şatosu'ndaki St. George's Şapeli ve Victoria'nın da mezarının bulunduğu Frogmore'dur.).

Westminster Abbey, pek çok düğüne de ev sahipliği yapmıştır. Şu anki Kraliçe Elizabeth, Prens Philip, babası ve annesi Kral VI. George ve Kraliçe Elizabeth Bowes-Lyon, Elizabeth'in kızkardeşi Prenses Margaret ve Antony Armstrong-Jones, Elizabeth'in kızı Prenses Anne'la Mark Phillips, ikinci oğlu Prens Andrew'la Sarah Ferguson, bunların 20. yy'daki bir kısmıdır. 21. yy'daki ilk düğün - planlarında bir değişiklik olmadığı takdirde - 29 Nisan 2011'de Galler Prensi Charles'ın büyük oğlu Prens William'la Catherine Middleton'ki olacak.

Westminster Abbey, Romanesk mimarinin tabiri caizse İngiltere'deki yansıması denebilecek Norman mimarisinin yanı sıra, Gotik mimarinin de özelliklerini taşıması açısından, mimari açıdan da özel ve önemli bir yere sahiptir.

İngiltere'nin bu en önemli yapılarından Westminster Abbey, 1000 yıla aşkın bir tarihe tanıklık etmiş olmanın gururuyla dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Öyle gözüküyor ki, daha çok uzun yıllar (hatta yüzyıllar) durmaya da devam edecek.

20 Aralık 2010 Pazartesi

20 Aralık...

Bugün Google'ı açıp bakanlar, karşılarında Google'ın logosu yerine şu resmi gördüler:
Evet, bugün, yani 20 Aralık, Türkiye Cumhuriyeti'nin millî marşı olan İstiklâl Marşı başta olmak üzere, pek çok eserin şairi Mehmet Akif Ersoy'un doğumgünüdür (1873; ölüm yıldönümüyse tam bir hafta sonra, 27 Aralık'tadır - 1936). Burdur milletvekilliği de yapmıştır. Ancak bugünkü tek doğan önemli kişi o olmadığı gibi, 20 Aralık tarihsel birtakım ilginç ve önemli olayların da olduğu bir gün olmuştur. Aziz Nesin yaşasaydı bugün 95 yaşında olacaktı.

Bunun dışında bugün;
  • Roma'da 'Dört İmparator Yılı' olarak bilinen kaosun Vespasian'ın Roma'ya gelişiyle fiilen sona ermesi (69),
  • Papa I. Callixtus'un seçilmesiyle Hippolytus'un ilk anti-papa olması (217),
  • İngiltere Kralı I. Richard'ın III. Haçlı Seferi'nden dönerken, sefer sırasında ortaya çıkan aralarındaki husumetin intikamını almak için Avusturya Arşidükü V. Leopold tarafından ele geçirlmesi (1192),
  • Kanuni'nin Rodos Şövalyeleri'nin teslim olmalarını resmen kabul etmesi (1522),
  • Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın II. Viyana Kuşatması'nın bozguna uğraıktan sonra idam edilmesi (1683),
  • ABD'nin en önemli ve sorunlu genişlemelerinden biri olan Lousiana'nın Satın Alınması'nın fiilen gerçekleştirilmesi (1803),
  • Amerikan İç Savaşı'nda South Carolina'nın ayrılan ilk eyalet olması (1860),
  • Birinci Dünya Savaşı sırasında gelen son Avustralyalı askerlerin Çanakkale'den ayrılması (1915),
  • İlk Sovyet gizli servisi Cheka'nın kurulması (1917),
  • Hitler'in 1923'teki başarısız darbe girişiminden sonra hapsedildiği Landsberg Hapisanesi'nden çıkması (1924) ve
  • Cardiff'in resmen Galler'in başkenti olması (1955)
gibi pek çok tarihi olayın da meydana geldiği bir gündür.

Google'a teşekkürler; Mehmet Akif'i ve Aziz Nesin'i de saygıyla anıyoruz. Ama bugün tarih için gördüğünüz gibi çok daha fazlasının olduğu bir günmüş.

19 Aralık 2010 Pazar

Yedi Harika II: Asma Bahçeler

Yedi Harika gezisinde ikinci durağımızdayız: Babil

Babil, Ortadoğu'nun, Mezopotamya'nın en ihtişamlı kentlerinden biriydi; en ihtişamlısı dememek için öyle söylüyorum. Küçücük bir köy olarak kurulan Babil, bulunduğu konumun da etkisiyle, son Sümerli hanedan olan ve Sümer Rönesansı da denen kısa bir altın çağ yaşatan Ur-III'ün iktidardan düşmesinin ardından (M.Ö. 2300) Babil İmparatorluğu'nun kutsal şehri ve başkenti olmuştur. Yaklaşık 2000 yıl boyunca da, yani Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'nu yerlebir etmesine kadar çeşitli devletlerin yönetiminde büyük ve önemli bir merkez olabilmeyi başarmıştır.

İşte bu kadar ihtişamlı bir kent olan Babil, iki yapısıyla çok ünlüydü (Günümüzde Berlin'deki Pergamon Müzesi'ndeki İştar Kapısı'nı saymıyorum, zira şehir surlarının bir parçasıydı). Bunlardan biri, Semavi dinlerin kutsal kitaplarında da Babil Kulesi adıyla bir şekilde değinilen Etemenanki adlı ziggurattır, yani basamaklı piramit şeklindeki Mezopotamya'ya özgü tapınak. 7 katlı ve 91 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Adı, "Yerlerin ve Göklerin Temeli Tapınağı" anlamına gelir. 91 metre, o dönem için (M.Ö. 6. yy) gerçekten çok büyük bir yüksekliktir.

Diğer yapıysa, Babili'in Asma Bahçeleri olarak bilinen yapı... Rivayete göre Babil Kralı II. Nebukadnezar, ülkesinin özlemiyle yanıp tutuşan Med ülkesi (bugünkü İran) prensesi ve ilk Med Kralı olan Cyaxares'in kızı olan karısı Amytis için, ona doğup büyüdüğü toprakları anımsatacak bir hediye olarak inşa ettirmişti. Gerçekten var olup olmadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak var olduğu söylenen dönemde yaşamış, Babilli ve Yunan tarihçiler bulunmaktadır. Bu tarihçiler, bahçelerle ilgili detaylı bilgi vermektedir. Üstüste teraslardan oluşan, dağ havasını veren koca koca bahçeler... Hem bir mimari, hem estetik, hem de mühendislik harikası olarak nitelendirilmekteler. Arşimed'in pompasına benzer bir sistem kullanarak suyun yukarı katlara taşındığı tahmin edilmektedir.

Tabii bu bahçelerin gerçekliliğiyle ilgili bir sorun bulunmakta. Bahçelerle ilgili ulaşılan en eski kayıtlar, Babil'li bir rahip olan Berossus'a aittir; Berossus, Bahçeler yapıldıktan yaklaşık iki yüz yıl sonra yaşamıştır; öncesinde bahçelere dair bir kanıt yoktur. Berossus'tan yola çıkarak devrin Yunan tarihçileri geliştirip güzelleştirerek bu konuda kendi eserlerini vermişlerdir.

Bir başka teoriyse, M.Ö. 705'te tahta çıkan ve M.Ö. 681'e kadar tahtta kalan Asur Kralı Sennacharib'in Ninova'da yaptırdığı ve sarayının karşısında bulunan bahçelerle karıştırlmış olduğu ihtimalidir. Geçen zamanla iki yer karıştırılmış ve bahçelerin yeri efsaneleşerek Babil'e de kaymış olabilir. İşin aslı herhangisi olursa olsun, İlk Çağ'ın en eski ikinci harikası olan bu bahçelerden günümüze geriye bir şey kalmamıştır ne yazık ki...

Bir sonraki durağımız Efes olacak.

Konyaspor 0-1 Galatasaray


Bu sezon futbola dair bize hiçbir şey göstermeyen Galatasaray hakkında çok uzun bir aradan sonra yazıyorum. Az önce Konyaspor-Galatasaray maçını izledim. Sakat ve cezalı oyuncuların bolluğundan Hagi'nin elinde kadro kurma açısından fazla bir alternatif bulunmuyordu. Galatasaray sahaya öyle bir onbirle çıktı ki Barcelona deplasmanında fark yememek için maça çıkan bir takım gibiydi. Defansın göbeğinde Servet ve Gökhan Zan, sağ bekte Neill, sol bekte ise nihayet formasına kavuşan Çağlar. Önlerinde üç defansif ortasaha Ayhan, Cana ve Hakan Balta ki biri ortasaha oyuncusu bile değil. İleri üçlüde ise futbol oynamayı unutmuş Serdar Özkan, emektar Harry Kewell ve A2 takımından Anıl Dilaver. Bu arada kalede kesik yiyen Ufuk yerine de Aykut sahadaydı. Galatasaray sahaya tam 7 defans, 1 kaleci ile çıkmıştı. İleride ise A2 takımından genç bir oyuncu, Serdar Özkan ve Harry Kewell. Evet kabus gibi bir kadro. Yüz yıl top oynasalar gol atmaları mümkün değildi.


Maçtaki oyun yine rezaletti. Galatasaray'da sırf düzgün mücadele ederek sahada göze batan 3 oyuncu vardı: Cana, Çağlar ve Neill. Takımın geri kalanı ise saç baş yoldurmaya devam etti. Defansın göbeği yine tel tel dökülürken, Serdar Özkan ve yerinde oynamayan Hakan Balta oyunu adeta baltalarken 10 saniye içerindeki 4 güzel pasla golü bularak 3 puani almak ve devereyi galibiyetle kapatmak ancak bir mucize olarak adlandırılabilir. Maçın tek golünü atan 1990 doğumlu Anıl Dilaver de umuyorum ki Konya deplasmanında 4 sene önce gol atıp bunun ekmeğini 4 sene yiyen, kendine en ufak bir artı katamayan Aydın gibi değilde, daha önce kendisi gibi 66 numaralı formayı giyerek parlamış Arda gibi bir performans sergiler.

Nihayet devre arasına attı kendini Galatasaray. Bu devre arasında neler olacak hep beraber göreceğiz ama şunu kesinlikle söylemek gerekiyor ki Galatasaray'ın işi çok zor. İnşallah gerekenler yapılır ama benim bu konuda en ufak bir umudum yok.

16 Aralık 2010 Perşembe

Mats Hummels Bayern'e?


Borussia Dortmund, Bundesliga'da müthiş bir sezon geçirirken diğer kulüpler de Dortmund yıldızlarına kanca atmaya devam ediyor. Lucas Barrios'un Real Madrid'in gündeminde olduğu söylentilerinden sonra Bayern Münih'in Dortmund'un genç stoperi Mats Hummels'i geri almak istediği iddiaları ortaya atıldı. Dortmund'da Sırp Neven Subotic ile çok iyi bir uyum yakalayan ve Alman milli takımına kadar yükselen Hummels, Dortmund'a 2008 yılında Bayern'den kiralık olarak gelmişti. Ertesi yıl bonservisi Dortmund tarafından alınan Hummels'in sözleşmesi 2013'e kadar sürmesine rağmen sözleşmesinde özel bir madde olduğu ve 8 milyon avro karşılığında geri alınabileceği iddia ediliyor. Bayern defansının göbeğinde oynayan Demichelis ve Van Buyten'in ilerleyen yaşları nedeniyle Hummels gibi genç, kafa toplarına hakim ve defanstan top çıkarmasını bilen bir defans oyuncusu Bayern'in tam aradığı bir defans olabilir.


Bu arada bugün Hummels'in doğum günüydü. 22 yaşını bitiren Hummels'e "zum Geburtstag viel Glück" demeden geçemeyeceğim.

Lucas Barrios ve Real Madrid


Son günlerde İspanya basınında Real Madrid'in, Dortmund'un Arjantin asıllı Paraguaylı yıldızı Lucas Barrios'un peşine düştüğü haberleri çıktı. Ocak ayında başlayacak transfer döneminde sakatlığı bulunan Gonzalo Higuain ve istikrarsız Karim Benzema'ya alternatif bir ismi kadrosuna katmak isteyen Madrid'in Barrios için 15-20 milyon avro civarında bir parayı gözden çıkardığı söyleniyor. 26 yaşındaki Barrios Madrid'in ilgisiyle gururlandığını söylerken, Dortmund'un patronu Watzke, Barrios'u bırakmayacaklarını 2014'e kadar sözleşmesi olduğunu hatırlatıyor. Bakalım Bundesliga'da şampiyonluğa koşan Dortmund, takımın en önemli yıldızlarından, sistemin Nuri ile beraber en önemli parçası olan Barrios'u gönderecek mi.

Çıkan bu haberle ilgili Jürgen Klopp'a fikrinin sorulması üzerine bu konunun kendisini hiç ilgilendirmediğini söylemesi ise Almaya'daki sportif direktör ve teknik direktör görevlerinin nasıl algılandığının en güzel örneklerinde biri olarak göze çarpıyor. Daha sonrasında ise Bundesliga'da bazı oyuncuların Barcelona'da olmasa da Real Madrid'de oynayabilecek kapasitede olduğunu sözlerine ekliyor.

Haberler ne derece doğrudur, Dortmund Barrios'u satar mı satmaz mı bilmem ama Barrios Real'e gidip de kalbimizde sevilmeyenler tarafına geçmez inşallah.

Sevilla - Borussia Dortmund


Bazen çok isteseniz de şanssızlık yakanızı bırakmıyor. Dortmund'un bu seneki UEFA Avrupa Ligi macerasının genel değerlendirmesi budur. Dünkü maça kadar, Dortmund grubun diğer iddialı takımları PSG ve Sevilla ile yaptığı maçlarda, güzel oyununu biraz şanssızlık biraz da beceriksizlikle skor avantajına çeviremedi.

Dün de kazanmak zorunda oldukları Sevilla deplasmanında canla başla uğraştılar ama olmadı. Daha maçın başında öne geçmelerine rağmen Sevilla'nın 4 dakikada bulduğu iki golle geriye düştüler. Dört dakikalık konsantrasyon eksikliği yetti Dortmund'un elenmesine. İkinci yarının başında durumu eşitlediler ama sonrasında gol sesi çıkmadı. Sevilla biraz tecrübesiyle biraz da sert oyunuyla gruptan çıkmayı başardı. Dortmund ise Bundesliga'da fırtına gibi estikleri bir sezonda Avrupa Ligi gruplarında topladığı 9 puana rağmen Sevilla'nın bir puan arkasında kaldı.

Bundesliga'nın, 16 hafta sonunda en yakın rakibine 11 puan fark atan, en çok gol atan ve en az gol yiyen, +30 averajıyla göz kamaştıran takımı Dortmund'un, güzel geçirdiği bir sezonda Avrupa kupalarından bu kadar çabuk elenmesi üzücü olsa da Bundesliga'da yarattığı etkiyi sürdüreceğinden şüphem yok.

12 Aralık 2010 Pazar

Abdülkadir el Cezayiri

Canım sıkıldığı bir sırada, Cezayirli şarkıcı Khaled'in Rachid Taha ve Faudel ile söylediği Abdel Kader adlı şarkıyı açtım. Youtube'te pek çok kaydını bulmak mümkün.

Bu ülkede birtakım 'ünlü' kişilerin akılları sıra Türkçeleştirerek katletmiş oldukları bu şarkıdaki Abdülkadir kimdir, onu anlatmak bugünkü derdim. Uzun uzadıya anlatıp, adına methiyle düzmeye gerek yok. Çok kısacaca bahsedeceğim zaten.

Abdülkadir el Cezayiri, 6 Eylül 1808'de doğduğu sırada Cezayir, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Hem İmparatorluk için, hem de Avrupa için çok karmaşık olan bir dönemde doğmuştu; II. Mahmud yeni tahta geçmiş ama Yeniçerilerden hâlâ kurtulunmamış, Avrupa'daysa Napoléon Savaşları büyük bir hızla sürmekteydi. 1815'te savaşlar bittikten sonra Avrupalılar koloni arayışlarına devam etmeye başladılar; özellikle içten içe eriyen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına göz diktiler. Fransa'nın göz diktiği ilk yerlerden biri de Cezayir oldu.

Öncesinde yaşanan bir dizi olayın ardından 1830'da Fransa Cezayir'i işgal etti. İşgalin hemen ardından Abdülkadir Cezayir'in batısında kurduğu üssünden Fransızlara karşı mücadele etmeye başladı. 1847'ye kadar gerilla taktiğiyle bu savaşını sürdürmeyi başardı. Abdülkadir, mert kişiliğini bu savaşlar sırasında da ortaya koymaktaydı. Bir seferinde elindeki Fransız esirleri, onları besleyecek kadar yiyecekleri olmadığı için serbest bırakmıştı.

Çok başarılı olmasına ve Fransızları zaman zaman yenilgiye uğratmasına rağmen, 1842'de toparlanan Fransız ordusu sonunda kendisini teslim olmaya zorladı. Fas'a iltica isteği, Fransa'dan gelen baskılarla reddedilen Abdülkadir, 1847'de teslim oldu. İskenderiye'ye ya da Akka'ya gitmesi karşılığında yapılan teslim olma antlaşmasına Fransız Hükümeti uymayı reddetti ve ailesiyle beraber önce Toulon'a, ardından Pau'ya gitmek zorunda kaldı. 1848'de Amboise Şatosu'na geçen Abdülkadir, 1852'de III. Napoléon'un emriyle 'bir daha Cezayir'e geri dönmemek şartıyla' serbest bırakıldı; kendisine yıllık 100,000 franc maaş bağlandı. O da önce Bursa'ya, ordan da Şam'a gitti.

Ne var ki, 1860'ta Lübnan ve Suriye'de hıristiyanlarla dürzüler arasında çıkan çatışmalar sırasında pek çok hıristiyanı saklayarak koruması altına almasından dolayı, olaylar sona erdikten sonra Fransa tarafından kendisine en yüksek liyakat nişanı olan Légion d'Honneur verilmiş, bağlanan maaşı da arttırılmıştır. Dönemin ABD Başkanı Abraham Lincoln de kendisine birtakım hediyeler yollamıştır. 1865'te III. Napoléon'un davetlisi olarak Paris'i ziyaret etmiştir. Cezayir'in milli kahramanı olan Abdülkadir el Cezayiri, 1883'te ölmüştür. Mezarı Şam'da bulunmaktadır.

Şimdi siz kalkın, böyle bir adamla ilgili yazılan böylesine güzel bir şarkıyı, adeta ağıt niteliğindeki bu şarkıyı, rezil rüsva bir hâle getirerek milletin ağzına sakız edin. Sırf cehaletinizden, sözlerini anlamamanızdan dolayı. Ne desem boş, pes doğrusu!

5 Aralık 2010 Pazar

Tarih Siteleri II: Persepolis3D

Persepolis3D, Büyük İskender'in darmadağın ettiği Pers İmparatorluğu'nun, yine İskender tarafından yok edilen ihtişamlı başkenti Persepolis'teki (Eski Farsça Pārsa, ayrıca Taht-ı Cemşit) sarayın üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Site, tüm sarayı sanal ortamda yeni baştan inşa etmeyi ve bu alanda bir çalışmayı tarihçilerin hizmetine sunmayı amaçlamaktadır.

Sarayın en büyük yapısı olan Apadana, yani 'kabul salonu' başta olmak üzere Krallar Kapısı, Ordu Salonu, Ziyafet Salonu, Taht Salonu gibi yapılarını çeşitli açılardan gösteren ve dijital ortamda hazırlanmış üç boyutlu çizimler ve bu yapılarla ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Pers kralı I. Darius'un yaptırmaya başladığı sarayın bugünkü kalıntıları, sarayın ve dolayısıyla imparatorluğun ihtişamını bir hayli yansıtmakta. Ama bu çalışma, hem ilgilenenlere fikir vermekte, hem de tarihçilere çalışmaları için çok özel bir kaynak sunmaktadır. Ekip ayrıca Persepolis'le ilgili çeşitli belgesel filmler de hazırlamış ve satışa sunmuş bulunuyor.

Perslerin Persepolis kadar önemli arkeolojik merkezlerinden biri de Pasargad'dır. Büyük Pers Kralı Kiros'un (Cyrus) mezarı burada bulunmaktadır. Sitede Pasargad'la ilgili rekonstrüksyon çalışmalarına rastlamak da mümkün.

Çalışmalarından gelir elde edebilmek amacıyla, proje sahipleri (ki üç kişiler; mimar Kourosh Afhami, mimar Wolfgang Gambke ve PR Manager Sheda Vasseghi) internet üzerinden sanırım sitede doğrudan gösterilmeyen çeşitli rekonstrüksyonları çeşitli boyut ve sayılarda satmaktalar.

Alanında tek değil ama konusu nedeniyle çok özel bir site olan Persepolis3D İngilizce, Almanca, Farsça ve Japonca yayınlanmaktadır. Mutlaka girilip incelenmesi gereken bir site.

28 Kasım 2010 Pazar

Haydarpaşa Garı Yandı...

Yaklaşık 3 saat önce Haydarpaşa Garı alev alev yandı. Yangının çatıdaki tadilat çalışmaları yapıldığı sırada bir kaza sonucu başladığı söyleniyor. Hâlâ olan bitenle ilgili kesin bir şey yok. En azından benim duyduğum, gördüğüm, bildiğim. Ama çok üzücü bir olay olduğuna şüphe yok.

Çünkü Haydarpaşa Garı, basitçe bir demiryolunun son durağı olmanın çok ötesindedir.

Haydarpaşa Garı, İstanbul'a Anadolu'dan trenle gelen milyonlarca insanın, İstanbul'da gördükleri ilk yerdir. Bir demiryolu hattının son noktası olmasına rağmen, Anadolu'dan İstanbul'a "taşı toprağı altın" diyerek gelen ve yerleşen insanların, buradaki hayatlarının başlangıç noktası niteliğindedir.

Atatürk'ün İstanbul'a yaptığı ziyaretlerde demiryolunu kullandığında, İstanbul'da geldiği ilk yerdir, İstanbul'dan da oradan ayrılır.

Bulunduğu yer nedeniyle, aynı zamanda Hicaz ve Bağdat Demiryolları'nın da son durağıdır.

Şimdiki yapı, 1906'da Alman mimarlar tarafından tasarlanıp inşa edilmiş, 19 Ağustos 1909'da tamamlanmış; 4 Kasım 1909'da, dönemin padişahı V. Mehmed'in doğumgününde açılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında İmparatorluk tarafından cephanelik olarak kullanılırken, İngiliz ajanlarının operasyonuyla havaya uçurulmuştur. O zamana kadar dik olan çatıları, saldırıdan sonra günümüzdeki kesik prizma şeklini almıştır. 15 Kasım 1979'da Romanya bandıralı MT Independenţa adlı tankerin Yunan bandıralı M/V Evriali'yle çarpışması sonucu meydana gelen kazada tanker ve taşıdığı petrol günlerce yandığı zaman, Gar'daki Alman usta O Linneman'ın yaptığı kurşun vitraylar zarar görmüştür. Son yıllarda da otele çevirme gibi birtakım niyetlerin olduğu bilinmektedir.

İşte o niyetlerdir ki bazı şüpheleri akla getirir ister, istemez. Ama umarım ki bu gerçekleşmeyecek, Gar restore edildikten sonra eskisi gibi hizmet vermeye devam edecektir.

7 Kasım 2010 Pazar

Sagrada Família

Barcelona bugün tarihi bir gün yaşıyor: 1882'de inşasına başlanan ve Barcelonalı ünlü mimar Antoni Gaudí'nin 30 yaşındayken tasarladığı muhteşem katedral Sagrada Família (Basílica i Temple Expiatori de la Sagrada Família) bugün hizmete girdi. Papa XVI. Benedictus, İspanya gezisinin ikinci gününde Barcelona'yı ziyaret etti. Ziyaretinin amacı katedralin kutsanma töreniyle ibadete resmen açılmasıydı. Papa tarafından yönetilen kutsama törenine İspanya Kralı I. Juan Carlos ve eşi Kraliçe Sofia yanında, içerde ve dışarda 60,000'e yakın insan katıldı.

Sagrada Familia, Gaudí'nin en büyük eseri. Yapımına başladıktan sonra 1926'da trajik bir kaza sonucu ölünceye dek projesinin gerçekleşebilmesi için çalışmış, ancak ölümüyle ve kısa bir süre sonra patlayan ve İspanya'yı kasıp kavuran 1936-1939 İspanyol İç Savaşı, yapının tamamlanmasını geciktirmiştir. Savaş sırasında Gaudí'nin atölyesi ve maketleri de yok olduğu için, çeşitli teknikler kullanılarak gerçekleştirilen rekonstrüksyonlarla kaldığı yerden inşaata devam edilmektedir. Franco devrinde de inşaat devam etmiştir. Birkaç bitiş tarihi öngörülmekle birlikte, Gaudí'nin ölümünün 100. yılı olması nedeniyle 2026'da bitirilmesi hedefleniyor. Mimari üslubun 'Modernist' olarak adlandırılsa da, Gotik, Barok ve Art Nouveau tarzlarının da kilisenin tasarımında etkilenilen üsluplar arasında saymak mümkün.

Bir katedral olarak, yani bir piskoposun yönettiği bir kilise olmak amacıyla tasarlanmamış olmasına rağmen, Sagrada Família herhangi bir katedral kadar büyük ve muhteşem bir yapı olmuştur. Tamamlanmamış olmasına rağmen bir inşaat olarak bile çok güzeldir ve turistlerin ilgisini çekmektedir. Bittiğinde aşağıdaki gibi olacak.

21 Ekim 2010 Perşembe

Yarım Akıllılar ve Sığırlar

Bir süredir blogu ihmal etmiştim ama sonunda yazmaya fırsatım oldu. Aslında bu tabir çok da doğru değil. Yazmaya fırsatım olmuştu geçen hafta ama elim klavyeye gitmedi bir türlü. Galatasaray maçlarını izledikçe futboldan soğudum resmen ve bu durum da bloga yansıdı. Buraya Borussia Dortmund hakkında bir sürü yazı yazmış olmamın bir nedeni de Galatasaray'ın bu kötü durumudur. Her zaman çok sevdiğim Dortmund, bu sene güzel oyununa geçen sene kaldığı yerden devam edince beni futbola bağlayan en önemli değer olarak ortaya çıktı. Bu da bloga yansıdı tabi. Fakat her şeye rağmen bir Galatasaray yazısı yazmak boynumun borcudur. Zaten yazmadan da duramıyorum.

Hayatımda izlediğim en kötü maçlar arasında - ki buna sıradan okul takımı maçları da dahil - kesinlikle ilk üçe girebilecek bir maçtı Karabükspor maçı. Futbola dair hemen hemen hiçbir şey yoktu sahada. Maçta benim açımdan zevkli olan olan tek şey sıradan bir oyuncu olan Emenike'nin milli takım stoperlerinden Gökhan Zan'ı her defasında rezil etmesini izlemekti. Gökhan Zan'ın değil Galatasaray, değil milli takım çok sıradan bir Anadolu takımında bile oynayamayacağının kayıtlı belgesiydi bu maç. Gökhan Zan, Emenike ikilisi dışında, Galatasaray'ın ilk şutunu ikinci yarının ortalarında çekmiş olması ve patates tarlasından daha beter olan saha zemini maçtan aklımda kalanlar oldu. Galatasaray'ın felaket oyununu maçın başlarında kötü zemine bağlamaya çalıştım ama kötü oyunun nedeninin saha zemini olmadığını sahadaki mücadelesizliği görünce anladım. Galatasaray'da oynayan 11 oyuncu sahaya resmen oynamamak için çıkmışlardı ve ben futbol adına utandım.

Karabük maçının ardından Ankaragücü maçı vardı ve sahada gördüğümüz Galatasaray yine aynı kötü Galatasaray'dı. Mücadele etmeye çalışan bir, iki oyuncu dışında takımın geri kalanı yokları oynuyorlardı. İşte bu maçtan sonra bir şeyden iyice emin oldum. Sorun Franck Rijkaard ve Neeskens'te değildi. Aslında böyle büyük bir futbol adamlarından şüphe etmek zaten bana yakışmazdı ama insan bu derece kötü oyunu görünce her şeyden şüphe eder oluyordu.

Galatasaraylı oyuncular sazı yine ellerine almış, kulübü kendi istekleri doğrultusunda yönetmeye çalışıyorlardı. Peki sizce bizim yarım akıllı futbolcularımız bir kulübü bu kadar kolay yönetebilirler mi? Eğer kulübün başkanı futboldan öte ekonomik yatırımlar peşinde ise ki bu bir başkan için normal sayılabilir ve futbol şubesini maalesef kulübe kene gibi yapışmış bazı sığırlara emanet etmişse, bizim beyinsiz topçularımız da kulübü pekâlâ istedikleri gibi yönetirler. Sonunda bir şekilde oyuncuların istediği oldu ve yönetimin daha iki hafta önce her zaman arkasındayız dediği Rijkaard günah keçisi ilan edilip, gönderildi.

Böylece Galatasaray total futboldan nasibini alamadan, güzel bir sistem oturtamadan sadece günü kurtarmaya yönelik bir adım atmış oldu. Geçtiğimiz 10 sene boyunca tekrarlanan gelsin oyuncular, gitsin oyuncular, gelsin teknik direktörler, gitsin teknik direktörler devri devam ettirilmiş oldu. Gereksiz yere harcanacak milyon avrolar, sinirleri bozulacak taraftarlar ve sinirlerimizi bozmaya devam edecek yöneticiler bizleri beklemektedir. Bir de Türk Telekom Arena'ya bu yarım akıllı, karaktersiz oyuncularla gitmek zorunda kalmanın verdiği acı yanımıza kâr kalacaktır.

15 Ekim 2010 Cuma

Yazı ve Türkler...

Dünya üzerinde ilk yazıyı Sümerler’in kullandığı kabul edilir. Veriler de bunu aşağı yukarı 5200 yıl önce yaptıklarını gösteriyor. Onlardan çok uzun olmayan bir süre sonra Mısırlılar kendi hiyerogliflerini geliştirmeyi başardılar. Bundan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde, kendi gelişimlerini yaşayacak olan birtakım yazı sistemleri gelişmeye başladı. Çin’de ayrı, Ortadoğu’da, Amerika’da ayrı... Önce resim yazısı şeklinde başlayan bu yazılar, daha sonra pratik hayatta da kullanma ihtiyacı doğdukça ve arttıkça biçim değiştirmeye başladılar. Bu ille de öbür yazının ortadan kalkması anlamına da gelmemekteydi. Çin’de olduğu gibi yazı resimden karakterlere dönüşürken, Mısır’da hiyeroglifin yanında hiyeratik denen bir başka yazı da türedi. Yine de heceleri ifade eden karakterlerdi bunlar – dediğim gibi, sadece pratik hayatın gereği ortaya çıkmışlardı... Ancak daha sonra Fenikeliler, devrimsel bir icatla karşımıza çıktılar: Alfabe. Alfabe ifadeyi o kadar kolaylaştırdı ki, yazının neredeyse ele düşmesine bile neden oldu. Çok kabaca bu yazı şekil değiştirerek önce Yunanistan’a geldi, şehir devletlerince kullanılır oldu; daha sonra ise Roma’ya geçti... bu vesileyle de Avrupa’ya... Yoğun olarak Slavlar tarafından kullanılan Kril yazısı ise Yunan alfabesinden türetilen bir yazı olup, 9. yy’da Aziz Cyrillius ve Aziz Methodius tarafından Selanik’te – tabiri caizse – tasarlanmıştı; yani aynı tarihsel gelişimin bir parçasıydı...

Her icat, bir ihtiyaçtan doğar. Takvim mevsimleri belirlemek için lazımdı, çünkü tarım toplumları için mevsimlerin ne zaman geleceği ve ne kadar süreceğini bilmek çok önemliydi... zaten o yüzden takvim Mısır’da karmaşıklaşan ticari ilişkilerin düzene sokulabilmesi için para Lidya’da; metalden yapılmış o paraların İpek Yolu gibi son derece uzun ve sıkıntılı bir yolculukta taşınması zor olduğu için, taşıması daha kolay olan banknotlar Çin’de icat edildi mesela.

Yazının icadı için de, aynı takvim, para ve banknotun icadında olduğu gibi, birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Bir kere, yazıyı kullanacak olan toplumun kayıt tutma gibi bir ihtiyacı olmalıdır. Genelde dünyadaki örnekleri de nehir boylarında yerleşik düzene geçmiş, tarımla uğraşan ve mutlaka ürettiği ürünü tahıl ambarlarında saklayan toplumlar olmuşlar. Örneğin Çatalhöyük’te yazıya rastlayamıyoruz. Yazının bulunmasından yaklaşık 2500 yıl önce terkedilmiş (yani M.Ö. 5700’de) ve yaklaşık 2000 yıl kadar yerleşilmiş olmasına ve tahminen 5000-8000 insan yaşamasına rağmen, Neolitik Çağ’ın en önemli merkezlerinden biri olan Çatalhöyük’te hiçbir yazı sisteminin geliştirilmemiş olması bir hayli ilginçtir. Yazı için tek başına yerleşim ve tarımın yeterli olmadığını gösterir bu. Kayıt tutma sebebi de lazım demek ki... Ürün fazlası yoksa, kayıt tutmaya da gerek yoktur.

Şimdi, buraya kadar elde ettiğimiz verileri bir toparlayalım:

Her icat bir ihtiyaçtan doğar. Yazı, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Resim yazısı/hiyeroglif – ki çivi yazısı da aslında bir resim yazısıydı – şeklinde ilk önce ortaya çıkan ilk yazılar, ticari hayatın ihtiyaçlarını karşılamak gibi pratik nedenlerle harf tabanlı yazı sistemi olan alfabeye çeşitli yerlerde evrilmiştir. Yani alfabe, resim yazısının bir sonraki aşamasıdır.

O zaman bu yazıyı yazmamdaki asıl amaca gelerek soruyorum: Nasıl oluyor da, Göktürkler gibi göçebe/göçmen bir uygarlık/kültürden son derece karmaşık olan ve Orhun kitabelerinde gördüğümüz Göktürk Alfabesi 8. yy’da birden bire ortaya çıkabiliyor?

Tarihte hep görüp bildiğimiz şeyler: Ötüken merkezli Hunlar, Göktürkler, vs boylardan oluşan, devamlı yer değiştiren, göçebe yaşayan, hayvancılıkla uğraşan bir toplum. Kesinlikle yerleşik veya tarım toplumu değil. Kayıtları tutacak olan bir ruhban sınıfı olsaydı bile, Sümer ve Mısır’ın aksine, kaydedecek verinin depolanacağı sabit tapınaklar yok. Çünkü yerleşik değiller. Bahsedilen yazı 30’dan fazla harften oluşan bir yazı – yani resim yazısını da geçmiş durumda. Birtakım tezler öne sürülmüyor değil tabii. Çinlilerle iletişim için icat edildi Çin yazısından diyenler var. Bir başka iddia Orta Asya’da bir dönem yaşamış olan Soğdlar’dan Fenike üzerinden alındığı yönünde. Ancak bu kadar basitçe açıklanacak bir durum olduğunu düşünmüyorum. Diyelim ki ithal edilmiş olsun bu yazılar, 8. yy’daki Uygur Devleti’ne kadar yerleşik düzene geçmemiş bir toplumdan bahsediyoruz; yani ihtiyaçları yok...

Bu soruya bir cevap vermek ya da bulabilmek için yazmadım bu yazıyı. Sadece dikkat çekmeye çalıştığım şey, pekâlâ aslında bir dönem yerleşik olmuş olabilir Türkler tahmin edilenden çok daha önce...

İskandinav toplumlarında kullanılmış olan Runik yazıyla muhtemel ilişkisine girmiyorum bile, ama Orhun yazısıyla karşılaştırılabilmesi için koyuyorum alta bir örneğini.

3 Ekim 2010 Pazar

Dortmund, Bayern, Nuri, Hiddink

Çok fazla yazdım Dortmund hakkında o yüzden yine maç yorumu falan yapmayacağım. Sadece dikkatimi çeken şeylere değineceğim. Dortmund kendi evinde Bayern'i 2-0'la geçerken sahada yine harika bir mücadele örneği sergiledi. Dortmund an itibariyle Bundesliga'da 5 golle en az gol yiyen takım ve 18 golle lider Mainz'la beraber en çok gol atan takım. Aman nazar değmesin.

Peki Hiddink'in tribünde ne işi vardı? Evet, ben de şaşırdım ama Hiddink, yardımcısı Erdal Keser'le beraber Signal Iduna Park'ta bu zevkli mücadeleyi izlemeye gelmişlerdi. Acaba gerçekte hangi amaçla izliyorlardı maçı? Maçın zevkli geçeceğini duyup, güzel bir maç izlemek için mi ya da Borussia Dortmund'un yıldızlarından ve milli takımımızın oyuncularından Nuri Şahin'i mi izlemeye gelmişlerdi? Yoksa 8 Ekim'de Almanya ile yapacağımız maç öncesi Bayern'de oynayan Alman milli oyuncuları mı izlemeye gelmişlerdi? Erdal Keser'in ricası üzerine, kendisinin eski takımı olan Dortmund'un bir maçını mı takip etmeye gelmiş olabilirler miydi?

Hiddink'in hemen hemen hiçbir süper lig maçını izlemeye tenezül etmemesini bir yana koyarak gerçekten Nuri'yi izlemeye geldiklerini düşünüyorum. Aslında zaten Almanya'da oynayan Türk asıllı futbolcuları izlemeye ara sıra gidiyor Hiddink. Aynı zamanda Bayern'deki Alman milli oyuncuları son kez çıplak gözle izlemek için gelmişleri herhalde. Nuri bu maçta frikik golüne imzasını attı ve beni yine mest etti. Frikik öncesi tribünlerin Nuri'ye tezahüratı ve dakika 87'de Nuri'nin biraz da onu alkışlatmak için oyundan alınması sırasındaki sevgi gösterileri gerçekten çok güzeldi. Umarım Hiddink de bu oyundan Dortmund taraftarları kadar olmasa da biraz etkilenmiştir.

Ligde henüz 7 hafta tamamlandı ve Bayern Münih şu anda lider Mainz'ın tam 13 puan gerisinde. Ben yine de şampiyonluk yarışına tutunacaklarını düşünüyorum ama işleri giderek zorlaşıyor. Bu milli maç arası Robben ve Ribery'i geri getirmeyecek ama en azından bazı şeyleri düzeltmek için Bayern'e yarayabilir.

Bir parantez de bu maç özelinde Demichelis için açmak istiyorum. Teşekkürler Demichelis...

1 Ekim 2010 Cuma

İngiltere'de Bir Papa

Papa XVI. Benedictus, nam-ı diğer Kardinal Joseph Ratzinger, geçenlerde İngiltere'ye çok tarihi bir ziyaret gerçekleştirdi.

Kendisi, İngiltere'ye resmi ziyarette bulunan ilk papa olarak tarihe geçti. Edinburgh'ta Edinburgh Dükü Prens Philip tarafından havaalanında karşılandıktan sonra, Kraliçe II. Elizabeth tarafından kabul edildi. İskoçya'da Katoliklere hitap ettikten sonra Londra'ya geçti. Orda da başta Anglikan Kilisesi'nin dini lideri Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams olmak üzere, Katolik ve Anglikan Kiliseleri'nin İngiltere'deki liderleriyle bir araya geldi. Çocuklara Katolik din adamlarınca ‘taciz’ edilmesi olaylarının İngiltere’de gündemde olduğu bir sırada ziyaretin gerçekleştiğini de ayrıca hatırlatayım. O yüzden pek çok insan tarafından protesto edildi zaten.

Bu ziyaret, son derece önemli bir ziyarettir. En az Papa'nın bundan birkaç yıl önce İstanbul'a yaptığı ziyaret kadar önemlidir. Çünkü Anglikan Kilisesi, Papa'nın otoritesine karşı çıkıp Roma'yla ilişkilerini koparan ilk büyük devlet kilisesidir.

Protestant Reform hareketlerinin başlamasından (1517) 15 yıldan kısa bir süre sonra (1529) İngiltere Kilisesi Roma'yla yollarını ayırmaya başlamış ve 1536'da bölünme sürecini tamamlamıştı. Zaman zaman geri dönüşler olsa da, I. Elizabeth (1558-1603) devrinde Protestantlık iyice yerleşmiş, Kral II. James'in 17. yy'da tekrar Roma'ya yüzünü dönmeye çalışması, kendisiyle birlikte hanedanının da devrilmesiyle sonuçlanmıştı. Elizabeth’in, babası VIII. Henry’nin başlattığı kiliselerin bölünme sürecine devam etmesine misilleme olarak Papa tarafından aforoz edilmesiyle başlayan süreç, İngiltere'yle İspanya'nın savaşa sürüklenmesine neden olmuştu. Savaş, Büyük İspanyol Armadası’nın (donanmasının) çıkan bir fırtına sonucu, yani bir hayli büyük bir şansla yok olmasıyla sonuçlandı. Bu durum, bir sonraki yüzyıl İngiltere’nin gerçek anlamda bir deniz gücü olarak ortaya çıkması ve İspanya’nın denizlerdeki hegemonyasının son bulmasına neden olacaktı.

İngiliz Katoliklerinin durumunda iyileşme ve Roma'yla ilişkilerin düzelme, ancak 19. yy'ın ikinci yarısından itibaren Kraliçe Victoria döneminde başlayabilmişti. Bunun en büyük göstergelerinden biri de, Londra'da Neobizans üslubunda inşa edilmiş olan ve Papa XVI. Benedictus'un Londra'da içinde tören ve ayin yaptığı Westminster Katedrali'dir (Westminster Abbey’le Westminster Katedrali aynı şey değildir).

Böyle sorunlu ve çetrefilli geçmişleri unutmak kolay değildir, olmamıştır, ve olmayacaktır da. O yüzden tarihi, insanların olaylara, kişilere ve kurumlara nasıl baktığını bilmek, birtakım şeyleri yorumlamak için çok önemlidir. Dediğim gibi, Benedict'in İngiltere'ye yaptığı ziyaret son derece kritik ve önemlidir. Ama bu ziyaret, İngiltere'de Kiliselerin birleşeceği kuşkusunu doğurmaz. Gelgelelim pek çok kişi Türkiye'de, Papa'nın ziyaretinin İstanbul ve Roma'nın birleşmesi için bir girişim olduğunu zırvalayacak kadar ileri gitmiştir. Bu da saçma sapan korku ve endişeleri beraberinde getirmişti.

Bilmekte fayda var:

1054'te Patrik Mikhail Kerularios'la Papa IX. Leo, karşılıklı olarak birbirlerini aforoz ettiler. Büyük Bölünme diye geçer tarihte bu, neden? Çünkü Hıristiyanlık fiilen tam ortadan ikiye ayrıldı da ondan. Batı Kilisesi Papa'nın güdümünde, Doğu Kilisesi ise Bizans İmparatorunun emrindeki İstanbul Patriği nüfuz alanında kaldı. Daha başka bölünmeler olmuştu, - mesela Oryantal Ortodoks Kilisesi yüzyıllar önce kurulmuştu, İskenderiye'de bile bölünme vardı - ama siyasi anlamda pek çok şeyin kaderini belirleyecek nitelikte bu çapta ve bu uzunlukta bir bölünme daha önce hiç olmamıştı... 1204'te Haçlı ordularının İstanbul'u yağmalayıp yerlebir etmesine de neden olan bu bölünmeye neden olan karşılıklı aforozların kaldırılması 1960lar'da Patrik Athenagoras'la Papa VI. Paulus arasında gerçekleşti. Mabedi kilise, dininin adı Hıristiyanlık olmasına rağmen birbirinden çok farklı olan bu iki mezhepin dilleri bile farklıyken, bu kadar tarihi çatışmanın olduğu bir yerde birleşebileceklerini düşünmek o nedenle saçmadır. İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’te kuşatılırken, Fetih’ten sonra Patrik olarak tahta çıkacak olan Gennadios Schloaris tarafından “Türk sarığını Latin serpuşuna yeğleriz” denmesinin asıl nedeni de budur. Bizans’ın son 300 yılının Papa önderliğinde Kiliselerin birleştirilmesi tartışmalarıyla geçmesine rağmen gerçekleşmemesi bile, aslında bunun gerçekleşmeyeceğinin de göstergesidir.

O nedenle; her ne kadar Kiliseler arası diplomatik ilişkiler gelişse ve güçlense de, hiçbir zaman birbirleriyle birleşme şansları yoktur ve olmayacaktır; ne Anglikanlar, ne Ortodokslar, ne Katolikler, ne de başkaları...

30 Eylül 2010 Perşembe

Borussia Dortmund - Sevilla


Sevdiğim iki takımın maçını izlemek için geçtim ekran karşısına. Signal Iduna Park'ta bir tarafta Borussia Dortmund bir tarafta Endülüs temsilcisi Sevilla. İki takımın son yıllardaki performanslarına bakıldığında Sevilla Dortmund karşısında daha avantajlı gözükse de durum bu sene hiç de öyle değil.

Dortmund ligdeki 6 maçının 5'ini üstüste kazanmış, Avrupa Ligi'ne de Karpaty Lviv galibiyetiyle iyi bir başlangıç yapmıştı. Sevilla ise şampiyonlar ligi ön elemesinde Braga'ya elenmiş ve lige de çok kötü bir başlangıç yapmıştı. Üstüne bir de Sevilla'daki başarısızlığın sorumlusu olarak teknik direktör görüldü ve Antonio Alvarez ile yollar ayrılıp yerine geçen sene Mallorca'da büyük başarı yakalayan Manzano'yu göreve getirildi. Aradaki form farkı rahatlıkla görülebiliyordu. Bir klişe olan, aslında bahisçiler tarafından sıkça kullanılan teknik direktör değiştiren takımların ilk maçlarını galibiyetle kapatmaları istatistiği Dortmund karşısında Sevilla'nın tek avantajı olarak gözüküyordu.

Maça Dortmund yine her zamanki dinamik oyunuyla başladı. İleride alan daraltan ve adam kovalamaktan öte her topa ayak sokmaya çalışan, kanatları beklerin etkili bindirmeleriyle iyi kullanan bir takım vardı sahada. Sevilla ise ayağa top yapmaya çalışsa da etkili pres karşısında kendi sahasından çıkmakta zaman zaman zorlandı. Dortmund fırsatları harcarken ilk yarının uzatma dakikalarında Sevilla duran toptan golü buldu ve soyunma odasına 1-0 önde gitmeyi başardı.


İkinci yarı istekli arzulu bir Dortmund vardı ama daha 50.dakikada Schmelzer ikinci sarı karttan atılınca işler Dortmund için iyice zorlaştı. 10 kişi kalan rakibi karşısında Sevilla skor olarak önde olmanın da avantajını kullanarak hem tempoyu düşürdü hem de ayağa daha iyi pas yaparak Dortmund'un fizik gücü avantajını ortadan kaldırmaya çalıştı. Dortmund yine de önemli pozisyonlar yakaladı. Hatta bir topu direkten döndü ve bir topu da kale çizgisinden çıkarıldı. Sonuçta beraberliği sağlayamayarak sahasında 1-0 yenildi. Dortmund eğer maçı 11 kişi tamamlasaydı veya o kadar erken on kişi kalmasaydı çok daha güzel bir futbol sergileyeceğinden eminim. Belki yine yenilecekti ama üst düzey fizik gücü ile rakibine çok büyük bir baskı yapacaktı.


Maçla ilgili en çok dikkatimi çeken şeylerden biri Sevilla teknik direktörü Manzano'nun, takımı önde olmasına rağmen sürekli 2 hücumcusunu oyunda tutmasıydı. Sevilla iki hücumcusu sayesinde ileride baskı yapıp Dortmund'un oyun kurmasına izin vermediği gibi, Subotic ve Hummels gibi ayağı iyi top yapan iki stopere de baskı yaparak onların ileri çıkmasına izin vermedi. Böylece Dortmund'un, oyunu Sevilla yarı sahasına tam olarak yıkmasını engellemiş oldu. Diğeri ise Nuri'nin müthiş kesmeleriydi. Maç boyunca Nuri sahanın her yerinden ceza sahasına etkili ortalar kesti ve Dortmund bu ortalarla etkili oldu. Her topun Nuri'ye verilmesi ve Nuri'nin oyun zekasını sahaya yansıtması maçı gerçekten keyifle izlememi sağladı.

Dortmund yenildi ama seyircisi yine her zamanki gibi harikaydı. Takıma olan sevgileri sonsuz. Zaten öyle olmaması söz konusu değil çünkü Dortmund sahada gerçekten savaşıyor, yüreğiyle ve aklıyla oynuyor. Bu maç sadece bir kazaya kurban gittiler ya da klişe dediğimiz istatistik gerçekten de işe yarıyor.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Yedi Harika I: Gize Piramitleri

Evet, daha önce de demiştim. Hepsine tek tek bakacağım diye. İşte Yedi harikanın ilki ve içlerinde en eskisi, hâlâ dimdik ayakta durabilen yegânesi, Gize'deki Büyük Piramit.
Muhteşem öyle değil mi? Eğer yeterince etkilemediyse yapısal özelliklerine bir göz atalım:

Bu piramit, tamamlandığı sırada (M.Ö. 2560) dünyanın en yüksek yapısıydı ve boyu 146,5 metreydi. Üstelik bu özelliğini, yaklaşık 3,800 yıl boyunca korumayı da başardı; ta ki İngiltere'de Lincoln Katedrali inşa edilinceye kadar. Günümüzde üstteki taşların zaman içinde yok olmasıyla boyu 137 metreye düşmüştür. Taban çevresi 230 metre, kapladığı alan yaklaşık 5 hektardır; her biri 2 ile 7 ton arası değişen 2,300,000 kireç taşı bloktan inşa edilmiştir. Bu taşların bir kısmı, 800 kilometre uzaklıktaki bugünkü Asvan kenti yakınlarındaki taş ocaklarından Nil boyunca botlarla taşınarak getirilmiştir. Yaklaşık 100,000 işçinin - dikkat edin, köle değil, işçi - 20 yıl boyunca çalışmasının sonucu tamamlanabilmiştir. 1970ler'de yapılan bir araştırmaya göre, ancak 450 kişinin o günün şartlarında çalışmasıyla 6 yılda ve 1,130,000,000 $ harcayarak tamamlamasının mümkün olabileceğini ortaya koymuş. Bir hayli yüksek bir miktar. Ve bence en önemlisi, hepsi bir adamın, Dördüncü Hanedan firavunlarından Khufu (Keops) istediği için gerçekleşmiştir...

Firavunun mezar odası dışında, bir kraliçe lahit odası da bulunmakta, ve buraya inşa edilmiş tünellerle ulaşılmaktadır. Bunun dışında havalandırma için çeşitli kanallar da yapılmıştır. Dış yüzünü oluşturan ve çöl güneşi altında parlaması için yerleştirilmiş kaplama taşlarının önemli bir kısmı yok olmuştur. Bunların bir kısmı, hemen yanı başındaki Kahire'de inşaat malzemesi olarak kullanılmıştır.

Yapının kendisi tek başına etkileyici olmakla birlikte, tek başına bulunmamaktadır. Gize platosunda Khufu'nun yaptırdığı piramit dışında, ikisi büyük, dokuz piramit daha bulunmaktadır. Büyük olanlar sırasıyla Khufu'nun oğlu Khafra (Kefren) ve Khafra'nın oğlu Menkaura (Mikerinos) için yapılmıştır. Diğer küçük yedi piramitten biri Khafra'nın, üçü Khufu'nun ve diğer üçü de Menkaura'nın piramitlerinin yanına inşa edilmişlerdir.

Bu üç büyük piramit de, aslen bir külliyenin en büyük parçasını oluşturmaktalardı. Mısır'da inşa edilen piramitlerin önemli bir bölümünde olduğu gibi, Gize piramitlerinin de önünde bir mezar tapınağı, Nil kıyısında bir vadi tapınağı ve ikisini birbirine bağlayan bir geçit bulunmaktaydı.

Firavunlara ve ailesine ait olan bu mezar külliyesinin çevresi, firavunun önemli bürokratları için inşa edilmiş olan mezarlarla çevrilidir. Mastaba denen ve yer altına inen mezar odasının üstünün tuğladan yapılmış dikdörtgen prizma şeklindeki bir yapıyla kapatılmasından oluşan bu yapılardan Gize platosunda onlarca bulunmaktadır.

Bunların hepsinin yanında, yine burada çok ünlü bir yapı - bir heykel de bulunmaktadır: İnsan yüzlü, aslan vücutlu Sfenks. Yüzünün Khafra'nın yüzü olduğu bu heykel, külliye içindeki en ilgi çekici ve ilham verici yapılardan biridir. Efsanelere bile konu olmuştur. Bunlardan birinde o sırada bir prens olan Yeni Krallık dönemi Firavunu IV. Tutmosis, kum altında kalmış olan Sfenks'in gölgesinde bir gün uyuya kalır ve Sfenks rüyasına girip, ona kendisini kurtarması halinde ona tahtı vaadetmiştir. Tutmosis de, tahta geçtikten sonra Sfenks'in çevresini saran kumu temizletmiş ve heykeli restore ettirmiştir.

İlkçağın bu efsanevi yapısı Khufu'nun Piramidi'nin, özellikleri ve çevresine bakıldığında, Antipater'in listesinde olması hiç şaşırtıcı değil aslında, öyle değil mi? Bir dahaki yazı, Babil'in Asma Bahçeleri üzerine olacak.

21 Eylül 2010 Salı

Messi ve Ujfalusi

Oldum olası sevememişimdir Ujfalusi'yi. Hani kasap tabiri vardır ya, yıllardır izlerim Ujfalusi'yi ve bu tabiri ona çok yakıştırırım. Sahada her an pislik yapmaya hazır halde bekler. Neyse ki pazar akşamı Messi, Ujfalusi karşısında şanslıydı ve bu darbeyi çok büyük bir hasar almadan geçiştirmeyi başardı. Sadece 2 maç sahalardan uzak kalacakmış. Tanrı Messi'yi korudu ve hep korusun...

19 Eylül 2010 Pazar

Tarih Siteleri I: Byzantium1200

Tarihle teknoloji bir arada çalışırsa ne olur? Doğrusunu söylemek gerekirse, muhteşem sonuçlar ortaya çıkıyor zaman zaman. Bunlardan biri, en az on yıldır yürütüldüğünü bildiğim son derece büyük ve önemli bir proje olan Byzantium1200...

Byzantium1200, İstanbul'un Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olduğu sıradaki halinin çok ayrıntılı bir üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Hazırlayana ekibin internet sayfası yıllar içinde saldırıya uğrayıp kapanmış olmasına rağmen, en son 2003'te şu anki adresinde faaliyet göstermektedir. An itibarıyla sitede 66 anıtın üç boyutlu çizimleri dışında, eksik parçaları olmakla birlikte şehrin de bir üç boyutlu modeli bulunmakta, bunun dışında özellikle Sultanahmet Meydanı'nda bir zamanlar bulunan Hipodrom'la ilgili çalışmalar özel bir sayfada sunulmaktadır. Çeşitli sergilerle bu çalışmalar tanıtılmış, hatta çalışmalarla ilgili bir kitap hazırlanmış ve piyasaya sürülmüş bulunmaktadır. İngilizce olan siteye yukarıdaki linkten girilerek kitabı sipariş etmek mümkündür.

Anıtlar arasında Hipodrom dışında, İmparator I. Jüstinyen'den önceki hali ve 565'te çöken kubbeli hali de olmak üzere, Ayasofya'nın kilise olduğu dönemdeki biçimi, Aya İrini, İmparatorların sarayı Büyük Saray, bugün Fatih Camii'nin bulunduğu yerde bir zamanlar yükselen ve İmparator Konstantin ve Jüstinyen'inkiler de dahil pek çok imparator ve imparatoriçenin mezarının bulunduğu Havariyun Kilisesi, Çemberlitaş'ın ortasında durduğu Konstantin Forumu (bkz. resim), Beyazıt Meydanı'nın o dönemdeki hâli olan Theodosius Forumu, şehir surları gibi pek çok önemli yapı bulunmaktadır.

Çok kapsamlı olmanın yanında, İstanbul'un Bizans devrindeki yapılarıyla bu büyüklük ve nitelikteki ilk ve kesinlikle en başarılı çalışma olduğu açık. Kendilerini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz.