Türkiye'nin kuzeydoğu ucunda bulunan Kars'a gittiğiniz zaman, mutlaka gezilip görülmesi gereken şeylerin başında gelir Ani harabeleri... Bir zamanlar muhteşem ve büyük bir kent olduğunu, hâlâ ayakta duran birtakım yapıların büyüklüğüne bakarak görmek ve anlamak mümkündür.
Ani, Kars ilinin aynı adı taşıyan ilçesi sınırları içinde yer alır. Bu yazıldığı sırada hâlen kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınırında yer alır. Fiilen sınırdadır; derin bir vadi ve arasından geçen Arpaçay Nehri iki ülkeyi birbirinden ayırır. O kadar ayırır ki, arada zamanında inşa edilmiş bir hayli eski bir köprünün (İpekyolu Köprüsü) bile yıkılmasına neden olmuştur bu bölünme.
Şehrin surlarının bir kısmı hâlâ ayaktadır; o kadar ki, mesela Google Earth'te kuşbakışı kalıntılara baktığınızda şehrin sınırlarını seçebilmeniz mümkündür. Şehrin birbirine en uzak iki noktasının arası yaklaşık 2 km'dir. Bagratuni Hanedanı'na başkentlik etmiş olan bu şehir, dönemi için bir hayli büyüktür. Çeşitli kaynaklar farklı sayılar verse de, en parlak devrinde 100,000 gibi bir nüfusu olduğu söylenir... Bence çok fazla ve iddialı ama... Olabilir belki.
Tarihi değeri yüksek pekçok yapıyı burda görmek mümkündür. Bunların en etkiliyeci ve göze çarpıcı olanı, bugün Selçuklu kümbetlerini andıran (ve belki de kümbet şeklinin de esin kaynağı) kubbesi yıkılmış bulunan Ani Katedrali'dir. Tipik bir geleneksel Gürcü-Ermeni kilise mimarisi örneğidir. Ayasofya'nın 989'da kubbesi hasar gördüğü zaman restorasyonunu da gerçekleştiren ünlü Ermeni mimar Trdat tarafından tasarlanıp inşa edilmiştir. Bir yerde okuduğum bir tespit, kilisenin tasarımının, kendisinden yaklaşık iki yüzyıl sonra ortaya çıkacak Gotik Mimari'yle birtakım benzerlikler olduğu yönündeydi. Özellikle içerisinin fotoğraflarına bakınca da, Katedral'i ayakta tutan kolonların, Avrupa'daki büyük Gotik katedrallerde görünenlere benzediğini görmek mümkün. Ne kadar etkileşim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Malum, burası Kars; Gotik mimarinin anavatanı Fransa. Bir hayli zor ve düşük bir ihtmail olmakla birlikte, pekâlâ mümkün. Diğer taraftan, bu muhteşem yapı yazık ki acınacak halde olup, acilen daha ciddi koruma önlemleri alınarak korunması gereken oradaki onlarca yapıdan biridir.
İrili ufaklı çoğu kümbet biçiminde birkaç kilisenin yanında, bir ateş tapınağı (eh, İran'ın bu kadar yakınındaysanız Zerdüştlük şehrin bir parçası olur, Ateş tapınakları da Zerdüştlerin mabetleridir, o nedenle görmek mümkün.), Selçuklular'ın inşa etmiş olduğu bir saray ve Anadolu'da inşa edilen ilk cami olan ve yine Selçuklular'dan kalan Manuçehr Camii de burada bulunmaktadır. Elbette ki bunun dışında pek çok kalıntı görmek de mümkün, bunlar en önemlileri.
Çok ciddi kazı çalışmalarının yapılmadığını ve mutlaka yapılması gerektiğini düşünüyorum. Tek kelimeyle etkileyici bir yer. Burası, ciddi kaynak ayrılmaya değer.
İki şey daha söyleyip noktayı koyuyorum yazıma.
Birincisi, ne yazık ki sınırın Ermenistan tarafında, kalıntıların hemen karşısında işletilmekte olan bir taş ocağı var. Bu taş ocağında zaman zaman dinamit patlatılmakta ve bölgedeki kalıntılara zarar vermektedir. Çok acı bir durum gerçekten.
İkincisine gelince. Ani'ye gittiğinizde, gerek oradaki kaynaklar, gerekse şanslıysanız ve bir şekilde bir rehberle gezecek olursanız rehber, size buranın bir Gürcü kenti olduğunu söyleyeceklerdir... Ani'yle ilgili çok fazla kaynağa ulaşma şansım yok. Ancak hiç güvenilirliği olmayan Wikipedia, konuyla ilgili olarak kentin Bagratuni Hanedanı tarafından uzun zaman yönetildiği ve Kral Gagik zamanında da altın çağını yaşadığını, hatta Trdat'ın da bu dönemde Ani Katedrali'ni inşa ettiğini söylemekte. Diğer yandan İnglizcesinde Ani'nin bir Ermeni yerleşimi olduğu vurgulanırken ve Gürcü lafı hiç edilmezken, Türkçesi'nde Bagratuniler'in Gürcü kökenli olduğunu okumak mümkün.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bence buranın bir Gürcü kenti olduğunu söylemek bir hayli zor. Bir kere günümüz Ermenistan'ı tam karşısında. Gürcistan'a ise bir hayli uzakta. Etrafta, yani Ani'de Gürcü ya da Ermeni alfabesiyle yazılı bir şeye rastlamak mümkün değil. Kiliselerin mimarileri son derece tipik olup, her iki milletin kiliseleri de günümüzde bile bu üsluptan esinlenilerek inşa edilmektedir. Tiflis'teki Sameba Katedrali ile Erivan'daki Aziz Gregory Katedrali ilk bakışta bu anlamda da benzerlik taşımaktadır. Üstelik Ermeni olduğu vurgulanırken dışarda, Gürcüler'in buna çok ses çıkardıklarını duymak pek de mümkün değil. O nedenle burası büyük ihtimalle bir Ermeni kentiydi demek yanlış olmayacaktır. Ancak, son 150 yıl içinde bölgede yaşanan tüm olaylar - iç çatışmalar, savaşlar, işgaller, toprak istemeler, katliamlar, vs. - bu şekilde bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır gibi geliyor ki bana, bence doğru ya da yanlış, bunların olması çok normal ve doğal.
Uzun lafın kısası; fırsatınız olursa mutlaka bir gün Kars'a gidin, oraları bir görün. Ama özellikle de Ani Harabelerini ziyaret etmeden de oradan ayrılmayın. Pişman olmayacaksınız.
Sic transit gloria mundi
My name is Ozymandias, king of kings: Look on my works, ye Mighty, and despair! Percy Bysshe Shelley
30 Ocak 2011 Pazar
27 Ocak 2011 Perşembe
Dortmund'da Şok!!!
Asya Kupası'nda, Japonya formasıyla finale yükselen Shinji Kagawa'nın ayak tarak kemiğinde kırık olduğu haberi geldi. Kagawa, Almanya'ya döndü ve muhtemelen sezonun geri kalanında oynayamayacak. Japonya'yı da finalde Avustralya'ya karşı yalnız bırakacak. Tabi bu durumdan daha çok etkilenen taraf Dortmund oldu. Lider Dortmund, Kagawa'nın yokluğunu fazlasıyla hissedecektir. Artık Mario Götze daha bir "süper" Mario Götze olmak durumunda.
24 Ocak 2011 Pazartesi
Uğur Mumcu (1942 - ... )
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken,
Bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
Yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük
Dövüldük, vurulduk, asıldık...
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken,
Bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
Yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük
Dövüldük, vurulduk, asıldık...
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
23 Ocak 2011 Pazar
Yedi Harika III: Artemision
Yedi harika turunun üçüncü durağı Efes'teyiz. Tarihi İyonya'nın en önemli ticaret kentlerinden biri olan Efes, aslen hayli eski bir kent. Çok daha önce Abasa adında Hititler!in Ahhiyawa dedikleri batı Anadolu'da kurulmuş bir kenttir (yaklaşık M.Ö. 1500'ler). Ancak bir İyonya kenti olan ve bildiğimiz Efes olmaya başlaması, Ege Göçleri ve Tunç Çağı'nın Çöküşü olarak bilinen karanlık çağda olmuş. O nedenle mitolojik pek çok kuruluş öyküsü bulunmakta: Herodot, şehrin Amazon Kraliçesi Efos tarafından kurulduğunu söyler. Bir başka efsaneye göre, Atinalı bir prens olan Androklos tarafından kurulduğu söylenir. Bu prens, aynı zamanda 12 şehir devletinden oluşan İyon Birliği'ni de kuran kişi olacaktır. Her nasıl kurulduysa, Efes M.Ö. 660'ta Kimmerler Anadolu'yu tarumar ederken ve Frigler'i yok ederken Efes'i ve tabii o sırada orada bulunan Artemis'e adanmış mabeti de atlamamışlardı. Ancak bu mabet, dünya harikası olan ve Artemision adıyla da anılan tapınak değildi.
Efesli Artemis, Yunanistan'daki Artemis ve Roma'daki Diana'dan biraz daha farklıydı. Eski Yunan ve Eski Roma'da Artemis bir Ay ve Avlanma Tanrıçası iken, Efes'te aynı zamanda Bereket Tanrıçası'ydı da, o da Anadolu kökenli olan Kibele ile bir şekilde bağlantı kurulmasından kaynaklanıyordu. Yunanistan ve Roma'daki figüründen de farklı olarak, bereketi de simgeleyecek şekilde Tapınak'taki heykelinde pek çok göğsü olan bir kadın formundaydı.
Lidya kralı Krezüs, Giritli mimar Chersiphron'a M.Ö. 550'de Artemis için muhteşem bir tapınak tasarlama emrini vermişti. Tasarlanan yapının tamamlanması aşağı yukarı 120 yıl sürdü. Bir tapınak olmanın yanında Artemision aynı zamanda ticari bir merkezdi. Onlarca mermer sütunu, değerli madenlerle kaplı süslemeleri, taş işçiliği ve ihtişamıyla göz kamaştıran bir yapı olduğuna şüphe yok.
Ancak bu ilk Artemision, M.Ö. 21 Temmuz 356'da Herostratus adındaki genç bir adam tarafından - tarihe geçme amacıyla - ateşe verilerek yok edildi. Efes'i yöneten Konsey, bu 'deli'nin idamına karar verdiği gibi, her türlü kayıttan isminin çıkartılmasına ve isminin bir daha kimsece anılmamasına ya da kimseye verilmemesine karar verdi. Aksini yapanların cezası ölüm olacaktı (Roma'da çok sık rastlanan bu cezaya damnatio memoriae, yani hatıranın lanetlenmesi denir). Büyük İskender'in doğduğu gece tapınağın yanması, sonradan İskender'in kendisini tanrılaştırması yönündeki çabaları çerçevesinde, Tanrıça'nın İskender'in doğumunu izlediği için tapınağıyla ilgilenemediği efsanesini yarattı.
Nihayetinde inşasına başlanan ikinci Artemision, İskender'in ölümünden sonra tamamlandı. Bu tapınağın inşasına yardım teklifinde bulunan İskender, bu yardımı tapınakta kendisine de adanmasını, isminin yazılmasını isteyince, Efesliler İskender'i kızdırmadan reddetmenin yolunu, ona "Bir tanrının bir başka tanrının tapınağının inşasına karışamayacağını" söylemekte buldular. Bu yeni yapı da Gotların saldırılarıyla harabeye çevrildi ve ardından restore edildi. Roma İmparatoru Theodosius tarafından 391'de tüm pagan tapınaklarla birlikte, Artemision da kapatıldı. Devrin İstanbul Patriği Aziz Johannes Chrysostomos tarafından dolduruşa getirilen bir grup tarafından 401'de yerlebir edildi. Günümüzde tapınaktan geriye birtakım parçalar kalmış bulunmakta... Bununla beraber, son yıllarda Artemision'u yeniden inşa etmek için birtakım girişimler de yok değil...
Efesli Artemis, Yunanistan'daki Artemis ve Roma'daki Diana'dan biraz daha farklıydı. Eski Yunan ve Eski Roma'da Artemis bir Ay ve Avlanma Tanrıçası iken, Efes'te aynı zamanda Bereket Tanrıçası'ydı da, o da Anadolu kökenli olan Kibele ile bir şekilde bağlantı kurulmasından kaynaklanıyordu. Yunanistan ve Roma'daki figüründen de farklı olarak, bereketi de simgeleyecek şekilde Tapınak'taki heykelinde pek çok göğsü olan bir kadın formundaydı.
Lidya kralı Krezüs, Giritli mimar Chersiphron'a M.Ö. 550'de Artemis için muhteşem bir tapınak tasarlama emrini vermişti. Tasarlanan yapının tamamlanması aşağı yukarı 120 yıl sürdü. Bir tapınak olmanın yanında Artemision aynı zamanda ticari bir merkezdi. Onlarca mermer sütunu, değerli madenlerle kaplı süslemeleri, taş işçiliği ve ihtişamıyla göz kamaştıran bir yapı olduğuna şüphe yok.
Ancak bu ilk Artemision, M.Ö. 21 Temmuz 356'da Herostratus adındaki genç bir adam tarafından - tarihe geçme amacıyla - ateşe verilerek yok edildi. Efes'i yöneten Konsey, bu 'deli'nin idamına karar verdiği gibi, her türlü kayıttan isminin çıkartılmasına ve isminin bir daha kimsece anılmamasına ya da kimseye verilmemesine karar verdi. Aksini yapanların cezası ölüm olacaktı (Roma'da çok sık rastlanan bu cezaya damnatio memoriae, yani hatıranın lanetlenmesi denir). Büyük İskender'in doğduğu gece tapınağın yanması, sonradan İskender'in kendisini tanrılaştırması yönündeki çabaları çerçevesinde, Tanrıça'nın İskender'in doğumunu izlediği için tapınağıyla ilgilenemediği efsanesini yarattı.
Nihayetinde inşasına başlanan ikinci Artemision, İskender'in ölümünden sonra tamamlandı. Bu tapınağın inşasına yardım teklifinde bulunan İskender, bu yardımı tapınakta kendisine de adanmasını, isminin yazılmasını isteyince, Efesliler İskender'i kızdırmadan reddetmenin yolunu, ona "Bir tanrının bir başka tanrının tapınağının inşasına karışamayacağını" söylemekte buldular. Bu yeni yapı da Gotların saldırılarıyla harabeye çevrildi ve ardından restore edildi. Roma İmparatoru Theodosius tarafından 391'de tüm pagan tapınaklarla birlikte, Artemision da kapatıldı. Devrin İstanbul Patriği Aziz Johannes Chrysostomos tarafından dolduruşa getirilen bir grup tarafından 401'de yerlebir edildi. Günümüzde tapınaktan geriye birtakım parçalar kalmış bulunmakta... Bununla beraber, son yıllarda Artemision'u yeniden inşa etmek için birtakım girişimler de yok değil...
Borussia Dortmund - Stuttgart
Dün Borussia Dortmund sahasında, ligde zor günler geçiren Stuttgart'ı ağırladı. İkinci yarıya deplasmandaki Leverkusen maçıyla iyi bir başlangıç yapmıştı Dortmund ama bu sefer malesef 1 puanla yetinmek zorunda kaldı. O muhteşem stadyumda, harika seyircisi önünde nasıl puan kaybediyorlar anlayamıyorum. Üstelik de dün 1-0 öne geçmesine rağmen Dortmund, 85.dakikada yediği golle adeta yıkıldı.
Dortmund, maça 2 as oyuncusundan yoksun, 1 as oyuncusunu da yedek kulübesinde oturtarak başladı. Asya Kupası'nda yarı finale kadar yükselen Japonya Milli Takımı'nda bulunan Kagawa ve orta sahada Nuri'nin yanında oynayıp, takımın defansif yükünü çeken Sven Bender dizindeki sakatlık nedeniyle yoklardı. Jurgen Klopp ise takımın golcüsü Lucas Barrios'a ilk onbirde şans vermedi. Takımın genç yıldızı "süper" Mario Götze güzel bir golle 43.dakikada takımını öne geçirdi ve devre arasına öyle girildi. İkinci yarıda da oyun çok farklı değildi. Genelde Dortmund baskısı vardı ama Stuttgart da önemli şanslar yakalıyordu. Lucas Barrios, Kuba ile değiştirilince uzun zamandır ilk defa Dortmund'u 2 forveti beraber oynarken gördüm, üstelik takım 1-0 öndeyken. Bu değişiklikle oyun daha çok yıkıldı Stuttgart yarı alanına. Fakat Dortmund'a, Jurgen Klopp'un bu kumarı pahalıya mal oldu. 85'te Pogrebnyak'ın golü geldi ve maç 1-1 sona erdi.
Dortmund'lu oyuncular Stuttgart kalesi önünde biraz daha becerikli olabilselerdi sonuç çok daha farklı olabilirdi. Ayrıca Dortmund bu maçta Sven Bender'in yokluğunu hisseti. O'nun yerine oynayan DaSilva iyi bir oyuncu olmasına rağmen Bender kadar sert bir oyuncu değil, bu nedenle Stuttgart orta sahayı zaman zaman kolay geçti. Maçla ilgili ilginç istatistikler de var. Kaleye atılan toplam şutlarda 21-7, gol pozisyonlarında ise 13-6 Dortmund üstünlüğü bulunuyor. Topla oynama oranı ve ikili mücadeleleri kazanma oranlarında da %56'lık Dortmund üstünlüğü bulunuyor. Ama sonuçta maç 1-1 berabere bitti ve her iki takım da birer puan aldılar. 80720 seyirci önünde üstün oyununa rağmen maçı kazanamadı Dortmund ve Leverkusen'in bugünkü Mönchengladbach galibiyetiyle puan farkı 11'e indi. Korkutma bizi Dortmund...
Son bir not: Maçı izlediğim kanaldaki spiker, sürekli olarak Schmelzer'e "birthday boy" dedi. Bunu yaklaşık 10 kere falan söyledi, anladık ki dün yani 22 Ocak, Schmelzer'in doğum günüymüş. 23 yaşına girdi. Doğum günü kutlu olsun.
Dortmund, maça 2 as oyuncusundan yoksun, 1 as oyuncusunu da yedek kulübesinde oturtarak başladı. Asya Kupası'nda yarı finale kadar yükselen Japonya Milli Takımı'nda bulunan Kagawa ve orta sahada Nuri'nin yanında oynayıp, takımın defansif yükünü çeken Sven Bender dizindeki sakatlık nedeniyle yoklardı. Jurgen Klopp ise takımın golcüsü Lucas Barrios'a ilk onbirde şans vermedi. Takımın genç yıldızı "süper" Mario Götze güzel bir golle 43.dakikada takımını öne geçirdi ve devre arasına öyle girildi. İkinci yarıda da oyun çok farklı değildi. Genelde Dortmund baskısı vardı ama Stuttgart da önemli şanslar yakalıyordu. Lucas Barrios, Kuba ile değiştirilince uzun zamandır ilk defa Dortmund'u 2 forveti beraber oynarken gördüm, üstelik takım 1-0 öndeyken. Bu değişiklikle oyun daha çok yıkıldı Stuttgart yarı alanına. Fakat Dortmund'a, Jurgen Klopp'un bu kumarı pahalıya mal oldu. 85'te Pogrebnyak'ın golü geldi ve maç 1-1 sona erdi.
Dortmund'lu oyuncular Stuttgart kalesi önünde biraz daha becerikli olabilselerdi sonuç çok daha farklı olabilirdi. Ayrıca Dortmund bu maçta Sven Bender'in yokluğunu hisseti. O'nun yerine oynayan DaSilva iyi bir oyuncu olmasına rağmen Bender kadar sert bir oyuncu değil, bu nedenle Stuttgart orta sahayı zaman zaman kolay geçti. Maçla ilgili ilginç istatistikler de var. Kaleye atılan toplam şutlarda 21-7, gol pozisyonlarında ise 13-6 Dortmund üstünlüğü bulunuyor. Topla oynama oranı ve ikili mücadeleleri kazanma oranlarında da %56'lık Dortmund üstünlüğü bulunuyor. Ama sonuçta maç 1-1 berabere bitti ve her iki takım da birer puan aldılar. 80720 seyirci önünde üstün oyununa rağmen maçı kazanamadı Dortmund ve Leverkusen'in bugünkü Mönchengladbach galibiyetiyle puan farkı 11'e indi. Korkutma bizi Dortmund...
Son bir not: Maçı izlediğim kanaldaki spiker, sürekli olarak Schmelzer'e "birthday boy" dedi. Bunu yaklaşık 10 kere falan söyledi, anladık ki dün yani 22 Ocak, Schmelzer'in doğum günüymüş. 23 yaşına girdi. Doğum günü kutlu olsun.
18 Ocak 2011 Salı
18 Ocak’taki Tarihsel Sembolizm
İnsanoğlu öyle bir varlıktır ki, sembolizme bayılır. Bir şeyi söylemek için onu doğrudan ifade etmek yerine, başka bir biçimde, birtakım imgelerle, hareketlerle, eşyalarla pekiştirmek, verilmek istenen mesajı daha etkili kılacağı için bu yola çok sık başvurur. Papa’nın tacının üstüste geçmiş üç taçtan oluşması, tüm imparator/prens/krallardan daha üstün olduğunu göstermek içindir. Kanuni Sultan Süleyman ise, papadan daha üstün bir otoriteye sahip olduğunu göstermek için, aynı tacın dörtlüsünden yaptırdığı söylenir. İtalya’nın Bologna kentinde onlarca anlamsız kule inşa edilmiştir. Bu kulelerin tek bir amacı vardı, o da, onu inşa ettiren ailelerin tüm dünyaya kendi güçlerini göstermesiydi. Tevrat’ta Babil Kulesi olarak bilinen basamaklı piramit şeklindeki Marduk tapınağı Etemenanki, gökteki tanrıya ulaşmak için bir yolken, onun inşaatının durmasını konu alan bir mitolojinin Babil üstünde oluşması, bugünkü İsrail/Filistin topraklarında kurulmuş olan Yahudi krallıklarının Babil tarafından yok edilmesiyle başlayan Babil sürgününün adeta bir edebi intikamı gibidir.
Eee, ne olmuş yani? Niye ettim ben bu kadar lafı?
İşte bu tür bir imgeler ve simgeler silsilesinin bir örneği olan ve gerek Almanya, gerek Fransa ve hatta dünya tarihi açısından son derece önemli bir gündür 18 Ocak. 18 Ocak, Almanya’nın Almanya olduğu gündür. Fransızları 1870 Savaşı’nda yenen (daha doğrusu yenmek üzere olan; ateşkes 28 Ocak’ta imzalanacak) Prusya Kralı Wilhelm, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı Salon’unda Alman İmparatoru ilân edilmiştir. Fransa için çok kötü bir gündür, çünkü ağır şartlar altında bir ateşkes ve ardından da barış imzalanmış, hem de Alman İmparatorluğu’nun Versailles Sarayı’nda ilân edilmesiyle telafi edilemeyecek bir aşağılanmaya maruz kalmıştır. Üstelik zengin maden yataklarına sahip Alsace-Lorraine’i de (Almancası Elsaß-Lothringen) kaybetmiştir. Ancak az önce dediğim gibi, bu bir sembolizm silsilesiydi... yani bu iş burada bitmiyor.
Almanya’nın kaybettiği ve Fransa’nın kazandığı Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte başlayan barış konferansı bilin bakalım nerede başladı? Versailles’da! Fakat, bir dakika. Avrupa standartlarında bir sembolizm için yeterli değil bu. Öyle bir şey daha olsun ki, bu durumu taçlandırsın, iyice yüzüne çarpsın savaşı kaybeden Almanya’nın... evet, Fransa bir adım daha ileri giderek, Almanya’nın kendi İmparatorluğu’nu ilân ettiği 18 Ocak’ta Paris Barış Konferansı’nı başlatarak, İmparatorluğu kuruluş yıldönümünde bitiriyor... Her iki durumu gösteren tabloları yazı içerisinde görmeniz mümkün...
Yeterli değil mi? Bir örnek daha vereyim o zaman, gerçi 18 Ocak’a ait değil, ama 18 Ocak’ta olanlarla bağlantılı bir örnek...
I. Dünya Savaşı’nın ateşkeslerinden biri olan Compiègne Ateşkesi de denilebilecek karşılıklı silah bırakma antlaşması 11 Aralık 1918’de, savaşta başarı göstermiş ve İtilaf Devletleri’nin fiilen başkomunatı durumundaki Ferdinand Foch’un özel treninin vagonunda imzalandı. Bu vagon 1921’de normal bir vagon olarak kullanıldıysa da, 1921-1927 arası Paris Les Invalides’de sergilenmiş; Kasım 1927’de de ateşkesin imzalandığı yere götürülüp Kaiser’in Almanyası’nın Yenilgisi Anıtı adıyla özel olarak inşa edilmiş bir binaya yerleştirilmiştir... ta ki 22 Haziran 1940’a kadar. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın işgaliye birlikte Hitler, bu son derece sembolik noktada Fransa’ya ateşkes imzalatmıştır. Bu ateşkesin imzalanmasının ardından bina yıkılmış, vagon da Berlin’e götürlümüştür. Savaşın sonuna doğru SS birliklerince kaçırılıp saklanmışsa da, Amerikalılar tarafından havaya uçurulmuştur. 1950’de içindekilerle birlikte bir birebir kopyası yapılıp Compiègne’deki yerine konumuştur.
İşte böyle... Tarih, bu türdeki sembolik yüzlerea şeyle doludur aslında, ancak 18 Ocak işte pek çok kişi için aslında böyle bir günmüş, ya!
Eee, ne olmuş yani? Niye ettim ben bu kadar lafı?
İşte bu tür bir imgeler ve simgeler silsilesinin bir örneği olan ve gerek Almanya, gerek Fransa ve hatta dünya tarihi açısından son derece önemli bir gündür 18 Ocak. 18 Ocak, Almanya’nın Almanya olduğu gündür. Fransızları 1870 Savaşı’nda yenen (daha doğrusu yenmek üzere olan; ateşkes 28 Ocak’ta imzalanacak) Prusya Kralı Wilhelm, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı Salon’unda Alman İmparatoru ilân edilmiştir. Fransa için çok kötü bir gündür, çünkü ağır şartlar altında bir ateşkes ve ardından da barış imzalanmış, hem de Alman İmparatorluğu’nun Versailles Sarayı’nda ilân edilmesiyle telafi edilemeyecek bir aşağılanmaya maruz kalmıştır. Üstelik zengin maden yataklarına sahip Alsace-Lorraine’i de (Almancası Elsaß-Lothringen) kaybetmiştir. Ancak az önce dediğim gibi, bu bir sembolizm silsilesiydi... yani bu iş burada bitmiyor.
Almanya’nın kaybettiği ve Fransa’nın kazandığı Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte başlayan barış konferansı bilin bakalım nerede başladı? Versailles’da! Fakat, bir dakika. Avrupa standartlarında bir sembolizm için yeterli değil bu. Öyle bir şey daha olsun ki, bu durumu taçlandırsın, iyice yüzüne çarpsın savaşı kaybeden Almanya’nın... evet, Fransa bir adım daha ileri giderek, Almanya’nın kendi İmparatorluğu’nu ilân ettiği 18 Ocak’ta Paris Barış Konferansı’nı başlatarak, İmparatorluğu kuruluş yıldönümünde bitiriyor... Her iki durumu gösteren tabloları yazı içerisinde görmeniz mümkün...
Yeterli değil mi? Bir örnek daha vereyim o zaman, gerçi 18 Ocak’a ait değil, ama 18 Ocak’ta olanlarla bağlantılı bir örnek...
I. Dünya Savaşı’nın ateşkeslerinden biri olan Compiègne Ateşkesi de denilebilecek karşılıklı silah bırakma antlaşması 11 Aralık 1918’de, savaşta başarı göstermiş ve İtilaf Devletleri’nin fiilen başkomunatı durumundaki Ferdinand Foch’un özel treninin vagonunda imzalandı. Bu vagon 1921’de normal bir vagon olarak kullanıldıysa da, 1921-1927 arası Paris Les Invalides’de sergilenmiş; Kasım 1927’de de ateşkesin imzalandığı yere götürülüp Kaiser’in Almanyası’nın Yenilgisi Anıtı adıyla özel olarak inşa edilmiş bir binaya yerleştirilmiştir... ta ki 22 Haziran 1940’a kadar. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın işgaliye birlikte Hitler, bu son derece sembolik noktada Fransa’ya ateşkes imzalatmıştır. Bu ateşkesin imzalanmasının ardından bina yıkılmış, vagon da Berlin’e götürlümüştür. Savaşın sonuna doğru SS birliklerince kaçırılıp saklanmışsa da, Amerikalılar tarafından havaya uçurulmuştur. 1950’de içindekilerle birlikte bir birebir kopyası yapılıp Compiègne’deki yerine konumuştur.
İşte böyle... Tarih, bu türdeki sembolik yüzlerea şeyle doludur aslında, ancak 18 Ocak işte pek çok kişi için aslında böyle bir günmüş, ya!
17 Ocak 2011 Pazartesi
Adnan Polat ve GS Camiası
Şimdi, bir protesto yapıldı, ülkenin gündemi değişti, olay oldu. Yer TT Arena açılış maçı ve sadece ıslıklayarak protestoyu gerçekleştirenler tribündeki taraftarlar. Bu taraftarların oldukça büyük bir kısmı GS’ye gönül verip, Türkiye için büyük sayılabilecek miktarda parayı ödeyerek kombine almış insanlar ve GS yönetiminin davetiye göndererek stada gelmesini sağladığı GS kongre üyeleri ve onların konuklarıdır. Yani protestoyu yapanlar sadece spor alanında değil, birçok alanda Türkiye’nin en büyük camialarından biri olan Galatasaray’a gönül vermiş insanlardır. Adnan Polat’ın basın açıklamasında bahsettiği GS camiasının içinde olmayanlar değil, bizzat camianın en yürekten temsilcileridir. Peki, protesto kime yapıldı? Bir siyasi kişilik haline gelmiş kişiliksiz TOKİ başkanına, onun sahibine, ülkemizdeki siyasi diktaya ve basiretsiz başkanımsı Adnan Polat’a yapıldı.
Protesto sonrası başbakan ve kurmayları stadı terk etmiştir. Adnan Polat da stadyumu terk etmiştir. Protesto edilenlerin orada bulunmak istememesi normal karşılanabilir ama diğer kulüp başkanları stadyumu neden terk etmiştir? Her zaman protesto edilip stadyumu hiç terk etmeyen Adnan Polat neden stadyumu terk etmiştir? Islık sesleri duyulunca eyvah diye bağıran, Kanal D’nin GS’li spiker bozuntusu neden sesi kıstırmak istemiştir?
Bunların hepsinin nedeni tektir. Bu şahısların hepsi sermaye sahipleridir veya sermaye sahiplerinin önemli maşalarıdır. Güç sahibidir bu insanlar ama güçleri sadece masum halkı ezmeye yarayan insanlardır. Yoksa güçleri, değil iktidarın haksızlıkları karşısında durmaya, iktidarın şakşakçılığını yapmamaya bile yetecek kadar bile değildir. Çünkü şu anda, benim ömrüm süresince, ki çok uzun sayılmaz, gördüğüm açık ara en faşist yönetime sahip Türkiye’de yaşamaktayız. Tam da burada, ben bu blogtan başbakanın ve skandallarla dolu iktidarının yaptığı veya yapamadığı olaylarla ilgili yorumsuz uzun uzun, yorumlu buradan Bağdat’a yol olacak kadar yazı yazabilirim ama konumuz şimdilik bu değildir. Ama şunu da belirteyim, marifet duble yol yapmakta değildir, önemli olan sosyal güvencen sayesinde hak kazandığın yıllık izninde, asgari ücretinden ayırdıkların sayesinde ailenle beraber duble yolu kullanarak kafanı dinlemek için yapabileceğin en azından bir tatile gidebilmektir. Bizdeki gibi asgari ücret yüzünden bir torba kömüre muhtaç olmak değildir. Yoksa, Hitler'in Almanya'sında da binlerce kilometre otoban yapılmıştı.
Galatasaray, Türkiye’nin en büyük camialarından biridir. İş adamlarıyla, siyaset adamlarıyla, tiyatrocularıyla, yazarlarıyla, mühendisleriyle, hukukçularıyla, medya çalışanlarıyla ve diğer tüm alanlardaki önemli şahıslarıyla kocaman bir camiadır. Bu ülkede her üç kişiden en az biri Galatasaray’a gönül vermiş durumdadır ve maalesef Adnan Polat, Galatasaray Spor Kulübü’nün başkanıdır. Her zaman övündükleri Galatasaray ismine ve kendilerinden biri olan eski başkanlarına hakaret eden, kendisini TOKİ genel kurulunda zanneden, yalakaları dışındaki kişilere konuşma yapamayacak durumda olan bir TOKİ başkanının tüm söylediklerini yutmuşlardır. En başta da başkan Adnan Polat yutmuştur. Yutmamakla kalmayıp, defalarca özür dileyerek tam tabiriyle sıçıp sıvamıştır. O sözleri yutmayanlar ise Ultraslan haricinde kalan yani parayla GS’li olmayan, gönülden GS’li taraftarlardır. Sözde başkan, taraftarını ve camiasını yalakalık uğruna satmıştır.
Şimdi başkan çıkmış bir de o taraftarı fişlemekle ve cezalandırmakla tehdit ediyor. Peki ortadaki suç ne? Islıklamak. Vay be! Sen kimsin ki birilerini ıslıklıyorsun ey Galatasaray taraftarı! Bundan sonra sen de başkanın gibi, seni kötüleyen, rezil eden, aşağılayan, sana hakaret edenlere yalakalık edeceksin! Yazıklar olsun!!!! Koskoca Adnan Polat, sen ki zamanında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olmuş, o gün adı AKP olmasa da her daim var olan AKP zihniyetine karşı, o dönemde aday olarak çıkmış ama bugünün şartlarından dolayı en az turizm bakanı kadar duruşunu, özünü kaybetmişsindir. Çünkü sen de sermaye sahibisindir. Kaybedecek milyon dolarların vardır. İnşaat şirketin zarar edebilir, aile şirketinizin başına Uzan’ların başına gelenler gelebilir. İktidarın gücüne karşı zaafın vardır. Öbür yandan dört elle sarıldığın Galatasaray başkanlığı koltuğunda sen otururken, Galatasaray vergi kontrollerinden geçirilebilir, kulüp zor durumda bırakılabilir. O konuda da zaafın vardır. Bunların dışında bir de karakterin vardır, onu da zaten hep beraber gördük. Hala o koltukta oturmaktadır ve oturtulmaktadır ya ben daha ne diyeyim.
İşin özüne dönecek olursak, yukarıda büyüklüğünden bahsettiğim GS camiası, GS Spor Kulübü aslında beceriksizler ve iş bilmezlerle doludur. O kadar zengin, o kadar iş adamı, o kadar diplomat GS’ye bir stadyumu yıllardır yapmayı başaramamışlardır. Eğer sen o stadı yapamazsan, sen klubü adam gibi yönetemezsen birileri gelir, güç sahibiyken bir parmak şıklatmasıyla stadyumu, hiçbir Allah lirası falan harcamadan gelir yapar, bununla hava atar, propagandasını yapar, seni de bir güzel aşağılar, üstüne de mazlum ayağına yatıp gücüne güç katar. Siz böyle beceriksiz olur, camianıza sahip çıkamayacak, elindeki gücün ve oturduğu koltuğun önemini anlayamayacak yalaka insanları başkan yaparsanız daha çok aşağılanırsınız.
Protesto sonrası başbakan ve kurmayları stadı terk etmiştir. Adnan Polat da stadyumu terk etmiştir. Protesto edilenlerin orada bulunmak istememesi normal karşılanabilir ama diğer kulüp başkanları stadyumu neden terk etmiştir? Her zaman protesto edilip stadyumu hiç terk etmeyen Adnan Polat neden stadyumu terk etmiştir? Islık sesleri duyulunca eyvah diye bağıran, Kanal D’nin GS’li spiker bozuntusu neden sesi kıstırmak istemiştir?
Bunların hepsinin nedeni tektir. Bu şahısların hepsi sermaye sahipleridir veya sermaye sahiplerinin önemli maşalarıdır. Güç sahibidir bu insanlar ama güçleri sadece masum halkı ezmeye yarayan insanlardır. Yoksa güçleri, değil iktidarın haksızlıkları karşısında durmaya, iktidarın şakşakçılığını yapmamaya bile yetecek kadar bile değildir. Çünkü şu anda, benim ömrüm süresince, ki çok uzun sayılmaz, gördüğüm açık ara en faşist yönetime sahip Türkiye’de yaşamaktayız. Tam da burada, ben bu blogtan başbakanın ve skandallarla dolu iktidarının yaptığı veya yapamadığı olaylarla ilgili yorumsuz uzun uzun, yorumlu buradan Bağdat’a yol olacak kadar yazı yazabilirim ama konumuz şimdilik bu değildir. Ama şunu da belirteyim, marifet duble yol yapmakta değildir, önemli olan sosyal güvencen sayesinde hak kazandığın yıllık izninde, asgari ücretinden ayırdıkların sayesinde ailenle beraber duble yolu kullanarak kafanı dinlemek için yapabileceğin en azından bir tatile gidebilmektir. Bizdeki gibi asgari ücret yüzünden bir torba kömüre muhtaç olmak değildir. Yoksa, Hitler'in Almanya'sında da binlerce kilometre otoban yapılmıştı.
Galatasaray, Türkiye’nin en büyük camialarından biridir. İş adamlarıyla, siyaset adamlarıyla, tiyatrocularıyla, yazarlarıyla, mühendisleriyle, hukukçularıyla, medya çalışanlarıyla ve diğer tüm alanlardaki önemli şahıslarıyla kocaman bir camiadır. Bu ülkede her üç kişiden en az biri Galatasaray’a gönül vermiş durumdadır ve maalesef Adnan Polat, Galatasaray Spor Kulübü’nün başkanıdır. Her zaman övündükleri Galatasaray ismine ve kendilerinden biri olan eski başkanlarına hakaret eden, kendisini TOKİ genel kurulunda zanneden, yalakaları dışındaki kişilere konuşma yapamayacak durumda olan bir TOKİ başkanının tüm söylediklerini yutmuşlardır. En başta da başkan Adnan Polat yutmuştur. Yutmamakla kalmayıp, defalarca özür dileyerek tam tabiriyle sıçıp sıvamıştır. O sözleri yutmayanlar ise Ultraslan haricinde kalan yani parayla GS’li olmayan, gönülden GS’li taraftarlardır. Sözde başkan, taraftarını ve camiasını yalakalık uğruna satmıştır.
Şimdi başkan çıkmış bir de o taraftarı fişlemekle ve cezalandırmakla tehdit ediyor. Peki ortadaki suç ne? Islıklamak. Vay be! Sen kimsin ki birilerini ıslıklıyorsun ey Galatasaray taraftarı! Bundan sonra sen de başkanın gibi, seni kötüleyen, rezil eden, aşağılayan, sana hakaret edenlere yalakalık edeceksin! Yazıklar olsun!!!! Koskoca Adnan Polat, sen ki zamanında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olmuş, o gün adı AKP olmasa da her daim var olan AKP zihniyetine karşı, o dönemde aday olarak çıkmış ama bugünün şartlarından dolayı en az turizm bakanı kadar duruşunu, özünü kaybetmişsindir. Çünkü sen de sermaye sahibisindir. Kaybedecek milyon dolarların vardır. İnşaat şirketin zarar edebilir, aile şirketinizin başına Uzan’ların başına gelenler gelebilir. İktidarın gücüne karşı zaafın vardır. Öbür yandan dört elle sarıldığın Galatasaray başkanlığı koltuğunda sen otururken, Galatasaray vergi kontrollerinden geçirilebilir, kulüp zor durumda bırakılabilir. O konuda da zaafın vardır. Bunların dışında bir de karakterin vardır, onu da zaten hep beraber gördük. Hala o koltukta oturmaktadır ve oturtulmaktadır ya ben daha ne diyeyim.
İşin özüne dönecek olursak, yukarıda büyüklüğünden bahsettiğim GS camiası, GS Spor Kulübü aslında beceriksizler ve iş bilmezlerle doludur. O kadar zengin, o kadar iş adamı, o kadar diplomat GS’ye bir stadyumu yıllardır yapmayı başaramamışlardır. Eğer sen o stadı yapamazsan, sen klubü adam gibi yönetemezsen birileri gelir, güç sahibiyken bir parmak şıklatmasıyla stadyumu, hiçbir Allah lirası falan harcamadan gelir yapar, bununla hava atar, propagandasını yapar, seni de bir güzel aşağılar, üstüne de mazlum ayağına yatıp gücüne güç katar. Siz böyle beceriksiz olur, camianıza sahip çıkamayacak, elindeki gücün ve oturduğu koltuğun önemini anlayamayacak yalaka insanları başkan yaparsanız daha çok aşağılanırsınız.
15 Ocak 2011 Cumartesi
Kaldığımız Yerden Devam
Bundesliga'nın ikinci yarısı dün Dortmund'un Leverkusen deplasmanındaki 3-1'lik galibiyetiyle başladı. Maça hızlı ve etkili başlayan, özellikle Nuri'nin duran toplarıyla pozisyon bulan Dortmund'un, ayakta top tutmadan hızlı bir şekilde ileriye doğru oynama çabası Leverkusen'i biraz zorladı. Daha sonra dengeye oturan maçta ilk yarı golsüz beraberlikle sona erdi. İkinci yarıya yine Dortmund etkili başladı ve tam altı dakikada üç gol birden bularak skoru birden 3-0'a getirdi. Daha sonra kontrollü oynayan Dortmund, kalesinde birkaç tehlikeli atak gördü ve Kiessling'in golüyle maç 1-3 sona erdi.
Dünkü maçta Nuri duran toplar dışında pek etkili olamadı, hatalı pasları gözlerden kaçmadı henüz ikinci yarıya tam olarak hazır değil sanırım. Maçta iki gol atıp bir de asist yapan Grosskreutz maçın yıldızıydı. Ben şahsen Grosskreutz'un futbol yeteneklerinin üst düzey olmadığını ama fiziksel gücünü sahaya çok iyi yansıttığını düşünüyorum. O'nu takımda genellikle pes etmeyen, hep mücadele eden ve fiziksel mücadeleleri kazanan isim olarak görmek mümkündür. Ligde girdiği ikili mücadeleleri yüzde 45 gibi hücum oyuncusu için yüksek bir oranla kazanmış olması da bunun bir göstergesidir. Ayrıca Dortmund doğumlu olup, bizim mahallenin çocuğu olması ve hep savaşması onun çok sevilmesini sağlıyor. Dün de benim, onun yetenekleri konusundaki düşüncelerime nispet yapacak şekilde oynaması beni de şaşırttı. Bir diğer öne çıkan isim ise Dortmund'un en genç oyuncularından Mario Götze oldu. Oynadığı etkili oyunu bir de golle süslemeyi başardı. Maçta Bayer Leverkusen takımından da bir oyuncu dikkatimi çekti. Defansın önemli isimlerinden Friedrich maç boyunca adeta döküldü ve mağlubiyette önemli bir rol oynadı. Ayrıca iki takımın orta sahasında oynayan Bender kardeşlerden de Sven Bender ikizinden ilk yarıda kaybettiği maçın öcünü almış oldu.
Shinji Kagawa Asya Kupası'ndayken ve Lucas Barrios ilk onbir başlamamışken üstüne Nuri de çok iyi bir performans sergilememişken Leverkusen deplasmanında maç kazanmayı bilen Dortmund'da gerektiği zaman başka oyuncuların sahne alması Dortmund'u her geçen gün daha da durdurulamaz bir takım haline getirecektir.
Dünkü maçta Nuri duran toplar dışında pek etkili olamadı, hatalı pasları gözlerden kaçmadı henüz ikinci yarıya tam olarak hazır değil sanırım. Maçta iki gol atıp bir de asist yapan Grosskreutz maçın yıldızıydı. Ben şahsen Grosskreutz'un futbol yeteneklerinin üst düzey olmadığını ama fiziksel gücünü sahaya çok iyi yansıttığını düşünüyorum. O'nu takımda genellikle pes etmeyen, hep mücadele eden ve fiziksel mücadeleleri kazanan isim olarak görmek mümkündür. Ligde girdiği ikili mücadeleleri yüzde 45 gibi hücum oyuncusu için yüksek bir oranla kazanmış olması da bunun bir göstergesidir. Ayrıca Dortmund doğumlu olup, bizim mahallenin çocuğu olması ve hep savaşması onun çok sevilmesini sağlıyor. Dün de benim, onun yetenekleri konusundaki düşüncelerime nispet yapacak şekilde oynaması beni de şaşırttı. Bir diğer öne çıkan isim ise Dortmund'un en genç oyuncularından Mario Götze oldu. Oynadığı etkili oyunu bir de golle süslemeyi başardı. Maçta Bayer Leverkusen takımından da bir oyuncu dikkatimi çekti. Defansın önemli isimlerinden Friedrich maç boyunca adeta döküldü ve mağlubiyette önemli bir rol oynadı. Ayrıca iki takımın orta sahasında oynayan Bender kardeşlerden de Sven Bender ikizinden ilk yarıda kaybettiği maçın öcünü almış oldu.
Shinji Kagawa Asya Kupası'ndayken ve Lucas Barrios ilk onbir başlamamışken üstüne Nuri de çok iyi bir performans sergilememişken Leverkusen deplasmanında maç kazanmayı bilen Dortmund'da gerektiği zaman başka oyuncuların sahne alması Dortmund'u her geçen gün daha da durdurulamaz bir takım haline getirecektir.
13 Ocak 2011 Perşembe
Şampiyonluk Yürüyüşü Başlasın
Bundesliga'da sezonun ikinci yarısı yarın Bayer Leverkusen - Borussia Dortmund maçıyla başlıyor. Ligin ilk yarısında harikalar yaratan lider Dortmund'un ikinci yarıdaki performansının nasıl olacağını çok merak ediyorum.
Bundesliga'da Dortmund'u bu sezon bir ihtimal zorlayabilecek 2 takım olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi liderin en yakın takipçilerinden Bayer Leverkusen, diğeri ise beni her zaman korkutan Bayern Münih. Bayern'in durumu pek iç açıcı olmasa da liderle puan farkı 14 olsa da seri galibiyetler yakalayıp şampiyonluğa asılacaklarmış gibi bir korku yaşıyorum. Leverkusen de Dortmund'un diğer takipçileri arasındaki en potansiyelli takım olarak göze çarpıyor. Zaten yıllardır göze hoş gelen futbol oynuyorlar, onların da ikinci yarı performansını merakla bekliyorum.
Yarınki açılış maçı belki de Dortmund için sezonun en önemli maçı olabilir. Ligin ilk yarısını Frankfurt deplasmanında mağlubiyetle tamamlayan Dortmund ikinci yarıya da Leverkusen mağlubiyetiyle başlarsa hem moraller bozulur hem de puan farkı 7'ye iner. Yarınki maçı Dortmund kazanmayı başarırsa Leverkusen'le puan farkını 13'e çıkarır ve artık Leverkusen'in onları yakalaması çok zor hale gelir. Kısaca, Dortmund yarın en azından yenilmemeli.
Leverkusen'de Burak Kaplan dışında eksik yok. Dortmund'da ise Kehl, Kringe, Owomoyela ve Asya Kupası'ndaki Shinji Kagawa yoklar. Ufak tefek sorunları olan Weidenfeller, Barrios ve Götze ise oynayabilecek durumdalar. Yarın 21:30'da heyecan yeniden start alıyor, Dortmund'la şampiyonluk yürüyüşümüz başlıyor.
Bundesliga'da Dortmund'u bu sezon bir ihtimal zorlayabilecek 2 takım olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi liderin en yakın takipçilerinden Bayer Leverkusen, diğeri ise beni her zaman korkutan Bayern Münih. Bayern'in durumu pek iç açıcı olmasa da liderle puan farkı 14 olsa da seri galibiyetler yakalayıp şampiyonluğa asılacaklarmış gibi bir korku yaşıyorum. Leverkusen de Dortmund'un diğer takipçileri arasındaki en potansiyelli takım olarak göze çarpıyor. Zaten yıllardır göze hoş gelen futbol oynuyorlar, onların da ikinci yarı performansını merakla bekliyorum.
Yarınki açılış maçı belki de Dortmund için sezonun en önemli maçı olabilir. Ligin ilk yarısını Frankfurt deplasmanında mağlubiyetle tamamlayan Dortmund ikinci yarıya da Leverkusen mağlubiyetiyle başlarsa hem moraller bozulur hem de puan farkı 7'ye iner. Yarınki maçı Dortmund kazanmayı başarırsa Leverkusen'le puan farkını 13'e çıkarır ve artık Leverkusen'in onları yakalaması çok zor hale gelir. Kısaca, Dortmund yarın en azından yenilmemeli.
Leverkusen'de Burak Kaplan dışında eksik yok. Dortmund'da ise Kehl, Kringe, Owomoyela ve Asya Kupası'ndaki Shinji Kagawa yoklar. Ufak tefek sorunları olan Weidenfeller, Barrios ve Götze ise oynayabilecek durumdalar. Yarın 21:30'da heyecan yeniden start alıyor, Dortmund'la şampiyonluk yürüyüşümüz başlıyor.
12 Ocak 2011 Çarşamba
Zvjezdan Misimovic
Galatasaray, tarihinde görmediği kadar rezil günler geçirirken birisi bana kadrosunda Misimovic'in olacağını söyleseydi kesinlikle inanamazdım. Şimdi Galatasaray tarihinin en kötü zamanlarından birini geçirirken elinde Misimovic gibi bir oyuncu bulunmaktadır ve bu oyuncu kadro dışı bırakılmıştır. Elbette bu durumun bize açıklanmayan mantıklı bir nedeni bulunuyordur yoksa mağlubiyet sonrası bir oyuncunun gülüyor veya sakız çiğniyor gibi saçma nedenlerle üstelik kadroda birçok karakter yoksunu oyuncu bulunurken kadro dışı bırakılması, ancak bizi aptal yerine koymak olabilir.
Galatasaray büyük bir takım, büyük bir camiadır ama Misimovic de küçük veya sıradan bir oyuncu değildir. Türkiye'ye Xavi, Gerard, Kaka, Schweinsteiger gibi en üst seviyede oyuncuları getiremeyeceğinize göre onların bir alt sınıfından bir oyuncu getirmek oldukça büyük bir başarıdır. Üstelik bu oyuncu kariyerinin zirvesinde, sorunlu veya sakat olmayan, takıma uyum sağladığı anda iyi oynayacağı kesin olan bir oyuncu ise yaptığınız iş alkışlanacak bir iştir. Tıpkı Fenerbahçe'nin İbrahimovic, Drogba, Villa, Torres gibi birinci sınıf bir forvetlerin hemen alt sınıfında yer alan Mamadou Niang'ı transfer etmesi gibi önemli bir iştir Misimovic transferi.
Misimovic'in Galatasaray'a transfer haberi çıktığında gerçekten çok heyecanlanmıştım. Bundesliga'nın bir sezon önceki asist kralı ve en değerli oyuncusu yıllardır orta sahada sorun yaşayan Galatasaray'a transfer olmuştu. İstatistiklerinden öte yıllardır Bundesliga'da izleyip, oyununa hayran kaldığım, şımarık olmayan, takımı için mücadele eden Misimovic Galatasaray'daydı. Hevesimiz yine kursağımızda kaldı. Üstelik hevesimi kursağımda bırakan efsane Hagi'ydi. Ben tam Balkan işbirliği beklerken, Hagi Misimovic'in ipini çekti.
Ben şahsen Galatasaray'da Hagi'nin geleceğini pek iyi görmüyorum. Gönül ister ki Hagi çok başarılı olsun, yıllarca takımın başında kalsın ama olmayacak gibi. O zaman içimden diyorum ki keşke Misimovic, Hagi tarafından harcanmasaydı da üç, beş sene keyifle Misimovic'i izleseydik. İnşallah Hagi başarılı olur da Misimovic'in gidecek olmasına duyduğum üzüntü biraz olsun azalır.
Galatasaray büyük bir takım, büyük bir camiadır ama Misimovic de küçük veya sıradan bir oyuncu değildir. Türkiye'ye Xavi, Gerard, Kaka, Schweinsteiger gibi en üst seviyede oyuncuları getiremeyeceğinize göre onların bir alt sınıfından bir oyuncu getirmek oldukça büyük bir başarıdır. Üstelik bu oyuncu kariyerinin zirvesinde, sorunlu veya sakat olmayan, takıma uyum sağladığı anda iyi oynayacağı kesin olan bir oyuncu ise yaptığınız iş alkışlanacak bir iştir. Tıpkı Fenerbahçe'nin İbrahimovic, Drogba, Villa, Torres gibi birinci sınıf bir forvetlerin hemen alt sınıfında yer alan Mamadou Niang'ı transfer etmesi gibi önemli bir iştir Misimovic transferi.
Misimovic'in Galatasaray'a transfer haberi çıktığında gerçekten çok heyecanlanmıştım. Bundesliga'nın bir sezon önceki asist kralı ve en değerli oyuncusu yıllardır orta sahada sorun yaşayan Galatasaray'a transfer olmuştu. İstatistiklerinden öte yıllardır Bundesliga'da izleyip, oyununa hayran kaldığım, şımarık olmayan, takımı için mücadele eden Misimovic Galatasaray'daydı. Hevesimiz yine kursağımızda kaldı. Üstelik hevesimi kursağımda bırakan efsane Hagi'ydi. Ben tam Balkan işbirliği beklerken, Hagi Misimovic'in ipini çekti.
Ben şahsen Galatasaray'da Hagi'nin geleceğini pek iyi görmüyorum. Gönül ister ki Hagi çok başarılı olsun, yıllarca takımın başında kalsın ama olmayacak gibi. O zaman içimden diyorum ki keşke Misimovic, Hagi tarafından harcanmasaydı da üç, beş sene keyifle Misimovic'i izleseydik. İnşallah Hagi başarılı olur da Misimovic'in gidecek olmasına duyduğum üzüntü biraz olsun azalır.
Ballon d'Or ve Xaviesta
Dünyada yılın en iyi oyuncusu ödülleri olan Ballon d'Or ve FIFA World Player of The Year 2010 yılı itibariyle birleştirildi ve artık tek bir ödül Ballon d'Or adıyla tek bir kişiye veriliyor. Bu sene bu ödülü, geçen sene olduğu gibi Lionel Messi kazandı. 2009 yılında, sezonu 6 kupa ile kapatan Barcelona'nın süper yıldızı ödülü sonuna kadar hak etmişti. Fakat bu sene ödülün Messi'ye verilmesi bazı tartışmaları beraberinde getirdi. En azından ben ödülün Messi'ye verilmesini sonuna kadar tartışırım.
Dünyada yılın oyuncusu ödülü dünyanın en iyi oyuncusu ödülü değildir. İlgili yılın en iyi performans göstermiş oyuncusuna verilen ödüldür. Eğer öyle olmasaydı, dünyanın en iyi oyuncusu sayılmayan bir futbolcunun bu ödülü alması imkansız olurdu ki bu durum pek de adil olmazdı. Bu seneki seçim de pek adil olmamıştır, zira yılın en iyi performansını kesinlikle Messi göstermemiştir. Bunun yanı sıra son yıllarda dünya kupasının düzenlendiği senelerde ödül biraz da haklı olarak dünya kupasını kazanan takımın en önemli oyuncusuna verilmekteydi. Mesela 1998 yılında Zinedine Zidane, 2002 yılında gerçek Ronaldo, 2006 yılında Fabio Cannavaro bu ödüle layık görülürken, 2010 yılında ödül dünya şampiyonu bir İspanyol yerine İspanya şampiyonu Barcelona'nın en çok gol atan oyuncusu olan Lionel Messi'ye verilmiştir. Aynı Barcelona'da 2010'da dünya şampiyonu olan yaklaşık 10 oyuncu varken ödül Arjantinli Messi'nin olmuştur. Barcelona ve İspanya takımlarının en önemli parçaları olan Xavi ve İniesta ise 2. ve 3. sırayı almak durumunda kalmıştır.
Xavi'nin ve İniesta'nın hakkı yenmiştir. Hakkı yenen bir de Wesley Sneijder ismi var ki o konuya değinmek istemiyorum. Xavi ile İniesta hem Barcelona'da hem de İspanya milli takımında ayrılmaz bir bütündürler. İkisi o kadar bütündürler ki onların adı Xaviesta'dır. O kadar bütündürler ki biri ödülü alsa öbürüne ayıp olacaktır. Aslında ikisinden birine karar vermek zorunda olunmasından dolayı birbirlerinin oylarını bölmüşlerdir ve ödül Messi'ye gitmiştir. Xavi yine bir Barcelonalı asilliği göstererek mütevazi bir şekilde Messi'nin ödülü hak ettiğini söylemiştir ama işin aslı malesef öyle değildir. Ödülün gerçek sahibi Xaviesta'dır. Hiç olmadı, ödülün sahibi Xavi veya Iniesta'dır. Fakat hayat her zaman iyileri ödüllendirmemektedir.
Xavi ve Iniesta'nın oylarının bölünmesinin yanı sıra, 136 ülkenin teknik direktörleri ve takım kaptanlarının oylarıyla seçilen Altın Top sahibinin Messi olmasının nedeninin iyi anlaşılması için Emre Belözoğlu gibi milli takım kaptanlarının olduğu gerçeği akıllardan çıkarılmamalıdır.
Son olarak FIFA Puskas yılın en güzel golü ödülünü Türkiye formasıyla Kazakistan'a attığı müthiş golle kazanan Hamit Altıntop'a da tebriklerimi iletmeyi bir borç bilirim.
Dünyada yılın oyuncusu ödülü dünyanın en iyi oyuncusu ödülü değildir. İlgili yılın en iyi performans göstermiş oyuncusuna verilen ödüldür. Eğer öyle olmasaydı, dünyanın en iyi oyuncusu sayılmayan bir futbolcunun bu ödülü alması imkansız olurdu ki bu durum pek de adil olmazdı. Bu seneki seçim de pek adil olmamıştır, zira yılın en iyi performansını kesinlikle Messi göstermemiştir. Bunun yanı sıra son yıllarda dünya kupasının düzenlendiği senelerde ödül biraz da haklı olarak dünya kupasını kazanan takımın en önemli oyuncusuna verilmekteydi. Mesela 1998 yılında Zinedine Zidane, 2002 yılında gerçek Ronaldo, 2006 yılında Fabio Cannavaro bu ödüle layık görülürken, 2010 yılında ödül dünya şampiyonu bir İspanyol yerine İspanya şampiyonu Barcelona'nın en çok gol atan oyuncusu olan Lionel Messi'ye verilmiştir. Aynı Barcelona'da 2010'da dünya şampiyonu olan yaklaşık 10 oyuncu varken ödül Arjantinli Messi'nin olmuştur. Barcelona ve İspanya takımlarının en önemli parçaları olan Xavi ve İniesta ise 2. ve 3. sırayı almak durumunda kalmıştır.
Xavi'nin ve İniesta'nın hakkı yenmiştir. Hakkı yenen bir de Wesley Sneijder ismi var ki o konuya değinmek istemiyorum. Xavi ile İniesta hem Barcelona'da hem de İspanya milli takımında ayrılmaz bir bütündürler. İkisi o kadar bütündürler ki onların adı Xaviesta'dır. O kadar bütündürler ki biri ödülü alsa öbürüne ayıp olacaktır. Aslında ikisinden birine karar vermek zorunda olunmasından dolayı birbirlerinin oylarını bölmüşlerdir ve ödül Messi'ye gitmiştir. Xavi yine bir Barcelonalı asilliği göstererek mütevazi bir şekilde Messi'nin ödülü hak ettiğini söylemiştir ama işin aslı malesef öyle değildir. Ödülün gerçek sahibi Xaviesta'dır. Hiç olmadı, ödülün sahibi Xavi veya Iniesta'dır. Fakat hayat her zaman iyileri ödüllendirmemektedir.
Xavi ve Iniesta'nın oylarının bölünmesinin yanı sıra, 136 ülkenin teknik direktörleri ve takım kaptanlarının oylarıyla seçilen Altın Top sahibinin Messi olmasının nedeninin iyi anlaşılması için Emre Belözoğlu gibi milli takım kaptanlarının olduğu gerçeği akıllardan çıkarılmamalıdır.
Son olarak FIFA Puskas yılın en güzel golü ödülünü Türkiye formasıyla Kazakistan'a attığı müthiş golle kazanan Hamit Altıntop'a da tebriklerimi iletmeyi bir borç bilirim.
10 Ocak 2011 Pazartesi
Nika Ayaklanması
Bizans İmparatorluğu'nun en parlak dönemlerinden (belki de en parlağı) olarak tarif edilen İmparator I. Iustinianus, nam-ı diğer Jüstinyen'in devri, aslında hiç de parlak bir biçimde başlamamıştı. Hatta onun zamanında kalan en önemli eserler - Ayasofya da dahil - başkent Konstantinopolis'in o zamana kadar başından geçen en büyük felaketin külleri üzerine yükselmişti. Bu felaketin adı, bundan 1479 yıl önce patlayan Nika Ayaklanması'ydı (nika=zafer).
Jüstinyen'in imparator olduğu Erken Bizans devrinde, günümüzdeki futbol takımlarının insanlar üzerindeki nüfuzunun bir benzeri, at yarışlarında yarışan takımlar için geçerliydi. O sırada dört takım vardı: Maviler, Yeşiller, Beyazlar ve Kırmızılar. Beyazlar ve Kırmızılar'ın aksine, Maviler ve Yeşiller'in aynı zamanda siyasi güçleri de bulunuyordu. Bu sokak çeteleriyle siyasi parti arası gruplar, özellikle 5. ve 6. yy'da İmparatorluğu yoğun olarak etkisi altına alan teolojik sorunlardan, tahta kimin geçeceğine kadar pek çok konuda zaman zaman etkinlik gösterebiliyorlardı. Hatta bu gruplar o kadar güçlülerdi ki, şehirde güvenliği sağlamakla görevli muhafız ve benzeri teşkilatlanma mutlaka işbirliği yapmak mecburiyetindelerdi. Takımlar, asil ailelerin destekleriyle ayakta duruyorlardı ve bunların bir kısmı, Makedonya kökenli ve bir Maviler taraftarı olan Jüstinyen'den daha fazla tahtı hak ettiklerini düşünüyorlardı.
Zaman zaman ufak tefek olaylar çıkıyordu elbet, bugünkü futbol holiganlığından çok da farklı değildi durum. Ancak her şey 531'de, Maviler ve Yeşiller'e üye birkaç kişinin, önceden çıkmış bazı olaylarda bazı kişilerin öldürülmesinden dolayı suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılmasıyla başladı. Katillerin bir kısmı asıldı, ancak bir Yeşiller ve bir Maviler taraftarı 10 Ocak 532'de bir kiliseye sığındılar ve pek çok taraftar kilisenin çevresini, içerdekileri korumak için adeta etten duvar ördü. Ancak sorun gittikçe büyüyordu ve Jüstinyen çok kritik bir noktada bulunuyordu, çünkü bir yandan İmparatorluk genelinde yüksek vergilerden şikayetçi bir halk varken, diğer yandan İran’daki Sassani İmparatorluğu’yla uzun süren savaşların ardından barış için pazarlıklar yapılmaktaydı. İmparatorluğun kalbindeki büyük bir ayaklanma pek çok çabayı mahvedebilirdi. Krizi yatıştırabilmek için Jüstinyen 13 Ocak 532’de bir at yarışı düzenleneceğini ilân etmiş, koruma altındaki iki kişinin de suçlarının ömür boyu hapse çevrileceğinin garantisini vermişti. Kızgın kalabalık tamamen affını istemeye devam etti.
13 Ocak sabahı başlayan yarışlar sırasında başlangıçta İmparator’a sözlü saldırılar oldu, ancak akşama doğru işler çığrından çıktı. Kathisma adlı yapıyla Hipodrom’daki İmparator locası Saray’a bağlanıyordu. Jüstinyen Kathisma’yı kullanarak Saray’a kaçtı ve beş gün boyunca adeta kuşatma altında kaldı.
Şehri terk etmeye hazırlanırken, karısı İmparatoriçe Theodora kendisini şehri terk etmemek konusunda ikna etti: “Tacı bir kere takmış olanlar, asla onu kaybettikten sonra hayatta kalmamalıdırlar. Ben İmparatoriçe olarak selamlanmadığım bir günü asla görmeyeceğim. Hem mordan (mor imparatorluk rengidir) çok iyi kefen olur.”
İçerde tüm bunlar olurken, şehir karmakarışıktı. Yüzlerce insan ölmüş, şehirde yangınlar çıkmıştı. Büyük ihtimalle ayaklanmış grupların kontrolünü de elinde bulunduran bazı senatörler bu fırsatı kullanarak Jüstinyen’i devirip, yerine amcasından önce imparator olmuş olan Anastasius’un yeğeni Hypatius’u imparator ilân ettiler. Ayrıca Roma Hukuku’nun temelini oluşturan hukuk derlemesi Corpus Iuris Civilis’i hazırlayan ekibin başındaki quaestor Tribonian’la Jüstinyen’in sağ kolu ve yüksek vergilerden sorumlu tutulan Kapadokyalı John (Ioannis Orientalis)’un azad edilmesini talep etmeye başladılar. Jüstinyen için bunlar kabul edilemezdi.
Kendini toplayan Jüstinyen, aynı zamanda popüler bir kişilik olan kâhyası Narses’le generalleri Belisarius ve Mundus’u içine alan bir plan yaptı. Bunun sonucunda Narses elinde bir kese altınla Hipodrom’u işgal etmiş olan Maviler ve Yeşiller’den Maviler’in yanına giderek liderlerine parayı verir ve İmparator’un bir Maviler taraftarı olduğunu, Yeşiller’in tarafı olan Hypatius’unsa İmparator ilân edildiğini söyler. Kısa bir süre sonra Maviler Hypatius taç giyerken Hipodrom’u boşaltırlar. Yeşiller neye uğradıklarını anlayamadan Belisarius ve Mundus askerleriyle Hipodrom’a dalarak içerdeki yaklaşık 30,000 kişiyi katlederler. Aslen imparator olmak niyetinde en başından beri olmayan Hypatius, Jüstinyen’in istememesine karşın Theodora’nın baskısıyla idam edilir. Olayları destekleyen senatörlerse sürgüne gönderilirler. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldığında, onbinlerce kişi ölmüş, şehrin neredeyse yarısı yanmıştı, yerle bir edilmişti. O sırada yaklaşık 100 yıllık bir yapı olan Ayasofya da yok olan binalar arasındaydı.
Nika Ayaklanması bastırıldıktan sonra şehrin yeniden inşasına girişen Jüstinyen, Roma hukuku külliyatını da bir hayli kısa sürede tamamlamış ve her ne kadar başka büyük talihsizlikler ileride yaşanacak olsa da, İmparatorluğunun parlak devirlerinden birini yaşatabilmeyi başarmıştır. Diğer yandan, ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünün canlı bir örneği de olmuştur Theodora ve Jüstinyen. Zira Theodora İmparatoru ikna etmiş olmasaydı ve şehri terk etseydi, çok farklı bir tarihle karşı karşıya olacaktık kuşkusuz.
Jüstinyen'in imparator olduğu Erken Bizans devrinde, günümüzdeki futbol takımlarının insanlar üzerindeki nüfuzunun bir benzeri, at yarışlarında yarışan takımlar için geçerliydi. O sırada dört takım vardı: Maviler, Yeşiller, Beyazlar ve Kırmızılar. Beyazlar ve Kırmızılar'ın aksine, Maviler ve Yeşiller'in aynı zamanda siyasi güçleri de bulunuyordu. Bu sokak çeteleriyle siyasi parti arası gruplar, özellikle 5. ve 6. yy'da İmparatorluğu yoğun olarak etkisi altına alan teolojik sorunlardan, tahta kimin geçeceğine kadar pek çok konuda zaman zaman etkinlik gösterebiliyorlardı. Hatta bu gruplar o kadar güçlülerdi ki, şehirde güvenliği sağlamakla görevli muhafız ve benzeri teşkilatlanma mutlaka işbirliği yapmak mecburiyetindelerdi. Takımlar, asil ailelerin destekleriyle ayakta duruyorlardı ve bunların bir kısmı, Makedonya kökenli ve bir Maviler taraftarı olan Jüstinyen'den daha fazla tahtı hak ettiklerini düşünüyorlardı.
Zaman zaman ufak tefek olaylar çıkıyordu elbet, bugünkü futbol holiganlığından çok da farklı değildi durum. Ancak her şey 531'de, Maviler ve Yeşiller'e üye birkaç kişinin, önceden çıkmış bazı olaylarda bazı kişilerin öldürülmesinden dolayı suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılmasıyla başladı. Katillerin bir kısmı asıldı, ancak bir Yeşiller ve bir Maviler taraftarı 10 Ocak 532'de bir kiliseye sığındılar ve pek çok taraftar kilisenin çevresini, içerdekileri korumak için adeta etten duvar ördü. Ancak sorun gittikçe büyüyordu ve Jüstinyen çok kritik bir noktada bulunuyordu, çünkü bir yandan İmparatorluk genelinde yüksek vergilerden şikayetçi bir halk varken, diğer yandan İran’daki Sassani İmparatorluğu’yla uzun süren savaşların ardından barış için pazarlıklar yapılmaktaydı. İmparatorluğun kalbindeki büyük bir ayaklanma pek çok çabayı mahvedebilirdi. Krizi yatıştırabilmek için Jüstinyen 13 Ocak 532’de bir at yarışı düzenleneceğini ilân etmiş, koruma altındaki iki kişinin de suçlarının ömür boyu hapse çevrileceğinin garantisini vermişti. Kızgın kalabalık tamamen affını istemeye devam etti.
13 Ocak sabahı başlayan yarışlar sırasında başlangıçta İmparator’a sözlü saldırılar oldu, ancak akşama doğru işler çığrından çıktı. Kathisma adlı yapıyla Hipodrom’daki İmparator locası Saray’a bağlanıyordu. Jüstinyen Kathisma’yı kullanarak Saray’a kaçtı ve beş gün boyunca adeta kuşatma altında kaldı.
Şehri terk etmeye hazırlanırken, karısı İmparatoriçe Theodora kendisini şehri terk etmemek konusunda ikna etti: “Tacı bir kere takmış olanlar, asla onu kaybettikten sonra hayatta kalmamalıdırlar. Ben İmparatoriçe olarak selamlanmadığım bir günü asla görmeyeceğim. Hem mordan (mor imparatorluk rengidir) çok iyi kefen olur.”
İçerde tüm bunlar olurken, şehir karmakarışıktı. Yüzlerce insan ölmüş, şehirde yangınlar çıkmıştı. Büyük ihtimalle ayaklanmış grupların kontrolünü de elinde bulunduran bazı senatörler bu fırsatı kullanarak Jüstinyen’i devirip, yerine amcasından önce imparator olmuş olan Anastasius’un yeğeni Hypatius’u imparator ilân ettiler. Ayrıca Roma Hukuku’nun temelini oluşturan hukuk derlemesi Corpus Iuris Civilis’i hazırlayan ekibin başındaki quaestor Tribonian’la Jüstinyen’in sağ kolu ve yüksek vergilerden sorumlu tutulan Kapadokyalı John (Ioannis Orientalis)’un azad edilmesini talep etmeye başladılar. Jüstinyen için bunlar kabul edilemezdi.
Kendini toplayan Jüstinyen, aynı zamanda popüler bir kişilik olan kâhyası Narses’le generalleri Belisarius ve Mundus’u içine alan bir plan yaptı. Bunun sonucunda Narses elinde bir kese altınla Hipodrom’u işgal etmiş olan Maviler ve Yeşiller’den Maviler’in yanına giderek liderlerine parayı verir ve İmparator’un bir Maviler taraftarı olduğunu, Yeşiller’in tarafı olan Hypatius’unsa İmparator ilân edildiğini söyler. Kısa bir süre sonra Maviler Hypatius taç giyerken Hipodrom’u boşaltırlar. Yeşiller neye uğradıklarını anlayamadan Belisarius ve Mundus askerleriyle Hipodrom’a dalarak içerdeki yaklaşık 30,000 kişiyi katlederler. Aslen imparator olmak niyetinde en başından beri olmayan Hypatius, Jüstinyen’in istememesine karşın Theodora’nın baskısıyla idam edilir. Olayları destekleyen senatörlerse sürgüne gönderilirler. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldığında, onbinlerce kişi ölmüş, şehrin neredeyse yarısı yanmıştı, yerle bir edilmişti. O sırada yaklaşık 100 yıllık bir yapı olan Ayasofya da yok olan binalar arasındaydı.
Nika Ayaklanması bastırıldıktan sonra şehrin yeniden inşasına girişen Jüstinyen, Roma hukuku külliyatını da bir hayli kısa sürede tamamlamış ve her ne kadar başka büyük talihsizlikler ileride yaşanacak olsa da, İmparatorluğunun parlak devirlerinden birini yaşatabilmeyi başarmıştır. Diğer yandan, ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünün canlı bir örneği de olmuştur Theodora ve Jüstinyen. Zira Theodora İmparatoru ikna etmiş olmasaydı ve şehri terk etseydi, çok farklı bir tarihle karşı karşıya olacaktık kuşkusuz.
1 Ocak 2011 Cumartesi
Yeni Yıl...
2010'u geride bıraktık... Yine yeni bir yıl, yine döndük, dolaştık, geldik bir de baktık ki Ocak olmuş... Ancak bugün, insanlık için dünyanın birkaç milyar yıldır yaptığı şeyi tekrar yapmış olmasını kutlamanın ötesinde bir şey. Yeni bir başlangıç, yeni bir umut ifade etmekte pek çok insan için... Pek çok kişi için eğlenmek, gezmek, dinlenmek, aileyle vakit geçirmek için harika bir fırsattır.
Yeni bir yıla upuzun bir yazıyla girmek gibi bir niyetim yok. Bu yazıyla demeye çalıştığım şey, yeni yılınızı kutlarken, bunun sadece Gregoryen Miladi Takvim'deki yeni yılın başlangıcı olduğunu söylemek. Başkaları bakın yeni yıla ne zaman giriyor ve hangi yıldalar:
Ay yılına göre düzenlenen Hicri Takvim'e göre 6 Aralık 2010 gecesi 1431 sona ermiş, 1432 başlamış.
Ay ve Güneş yılını temel alarak hazırlanmış olan Çin Takvimi'ne göre yeni yıl Ocak sonuna ya da Şubat'a denk gelir; her yıl da bir hayvanla temsil edilen burçla eşleşir. Bu hayvanların sayısı 12 (Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Domuz) olup, her birinin 5 Çin elementiyle (Hava, Ateş, Toprak, Su, Metal) eşleştirilmesiyle oluşan 60 yıllık bir döngüsü bulunur. 2011'de Yeni Çin Yılı 3 Şubat 2011'de başlayacak, Metal-Kaplan Yılı bitecek, Metal-Tavşan Yılı başlayacak. O da 22 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Herkesçe kabul edilmiş bir başlangıç yılı olmamakla birlikte, M.Ö. 2697'de başladığı genelde kabul edilmekte, bu da şu anki yılı 4707, 3 Şubat 2011'de başlayacak olanı da 4708 yapmaktadır.
Çinlilerin kullandığı takvimi Kore, Vietnam, Moğolistan, Tibet gibi ülkelerde de kullanıldığını görmek mümkün. Daha çok birtakım bayramları belirlemek için kullanılmaktadır. Japonya'da Gregoryen Miladi Takvim resmi olarak kullanılmakla birlikte, diğer Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi, özel günleri belirlemeye yaramakta.
Hindistan'da Gregoryen Miladi Takvim'le birlikte, Hindu Takvimi ve Hindistan Resmi Takvimi adında bir takvim kullanılır. Hindu Takvimi dini bir takvimdir ve Çin takvimi gibi 60 yıllık bir döngüsü bulunur. Döngüdeki her yılın bir adı vardır. 2010, 5111'e denk gelmektedir. Hindistan Ulusal Takvimi'yse M.S. 78'i başlangıç tarihi almaktadır. Şu anda 1932'deyiz ve 22 Mart 2011'de 1933'e gireceğiz. Hindistan yarımadasında bunun dışında Tai Güneş Takvimi (2553'teyiz), Bengal Takvimi (1427'deyiz), Nepal Takvimi (2067'deyiz) gibi çok çeşitli takvimler bulunmaktadır.
Bizans İmparatorluğu'nda ve sonrasında İstanbul Patrikhanesi tarafından kullanılan Bizans takvimi, İncil'den yola çıkarak dünyanın ya
ratılışını başlangıç noktası alarak ve M.Ö 1 Eylül 5509'da başlar.
Mısır'da yaşayan Kıpti Hıristiyanları'nın kullandığı eski İskenderiye Takvimi ile Miladi Takvimi arasında 283/284 yıl vardır; Miladi Takvim'in başlangıcı daha eskidir. Etyopya Takvimi de Kıptilerin kullandığı takvimden kendi takvimlerini türetmişlerdir.
İbrani Takvimi'nin başlangıcı Roş Haşana 9 Eylül 2010'da başladı. Yıl ise 5771. 28 Eylül 2011'de sona erecek.
Dünyanın en eski takvimlerinden birini icat etmiş olan Eski Mısırlılar, 360+5 günlük bir takvim kullanıyorlardı. Buna göre 30 günden oluşan 12 aylık takvimin sonunda 5 günlük bir süre ekliyorlardı. Mitolojilerine göre, Yer Tanrısı Geb ile Gök Tanrıçası Nut'un çocuk sahibi olması yasaktı. Ancak Nut, Bilgelik Tanrısı Tot'tan yardım istedi. Tot, Ay Tanrısı Honsu'yla ışığının 72'de biri için (360/72=5) kumar oynadı ve kazandı; o sırada takvimde olmayan o 5 günü Nut'la Geb'e verdi. O 5 günde Nut Hareoris, Osiris, İsis, Set ve Neftis'i doğurdu. Böylece takvim de 365 güne çıktı. 3 mevsimden, her ayı 10'ar günlük 3 haftadan oluşan bu takvimin yanında 320 günlük bir başka takvim daha Eski Krallık devrinde kullanılmaktaydı.
İbrani takvimi gibi Babil ve Mezopotamya takvimlerinden etkilenerek hazırlanmış İran takvimleri, baharın gelişini, doğanın yeniden doğuşunu takviminin başlangıç noktasına koyar; her ikisinde de - Babil/Mezopotamya ve İran'da - başlangıç tarihi Nevruz'dur. Nevruz, Farsça yeni (nev) gün (ruz) demektir. 21, 22 ya da 23 Mart'a denk gelir. Bölgedeki pek çok ülke ve kültürde insanlar, bir yıl başlangıcı olmanın ötesinde de çeşitli şekilde Nevruz'u kutlarlar. Şu anda İran takvimi 1389 yılındadır. 21 Mart 2010'da başlamıştır; 20 Mart 2011'de sona erecektir.
Görüldüğü gibi tek takvim, tek bir yeni yıl yok. Ama hepsinde amaç aşağı yukarı aynı: Zamanı belirlemek, ve bir döngü bitip yenisi geldiğinde yeni dönemin iyi geçmesi için, yeninin gelişini, eskinin gidişini kutlamak. Hepinize tekrar sağlıklı, mutlu, huzurlu, neşe dolu, verimli yıllar.
Yeni bir yıla upuzun bir yazıyla girmek gibi bir niyetim yok. Bu yazıyla demeye çalıştığım şey, yeni yılınızı kutlarken, bunun sadece Gregoryen Miladi Takvim'deki yeni yılın başlangıcı olduğunu söylemek. Başkaları bakın yeni yıla ne zaman giriyor ve hangi yıldalar:
Ay yılına göre düzenlenen Hicri Takvim'e göre 6 Aralık 2010 gecesi 1431 sona ermiş, 1432 başlamış.
Ay ve Güneş yılını temel alarak hazırlanmış olan Çin Takvimi'ne göre yeni yıl Ocak sonuna ya da Şubat'a denk gelir; her yıl da bir hayvanla temsil edilen burçla eşleşir. Bu hayvanların sayısı 12 (Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Domuz) olup, her birinin 5 Çin elementiyle (Hava, Ateş, Toprak, Su, Metal) eşleştirilmesiyle oluşan 60 yıllık bir döngüsü bulunur. 2011'de Yeni Çin Yılı 3 Şubat 2011'de başlayacak, Metal-Kaplan Yılı bitecek, Metal-Tavşan Yılı başlayacak. O da 22 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Herkesçe kabul edilmiş bir başlangıç yılı olmamakla birlikte, M.Ö. 2697'de başladığı genelde kabul edilmekte, bu da şu anki yılı 4707, 3 Şubat 2011'de başlayacak olanı da 4708 yapmaktadır.
Çinlilerin kullandığı takvimi Kore, Vietnam, Moğolistan, Tibet gibi ülkelerde de kullanıldığını görmek mümkün. Daha çok birtakım bayramları belirlemek için kullanılmaktadır. Japonya'da Gregoryen Miladi Takvim resmi olarak kullanılmakla birlikte, diğer Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi, özel günleri belirlemeye yaramakta.
Hindistan'da Gregoryen Miladi Takvim'le birlikte, Hindu Takvimi ve Hindistan Resmi Takvimi adında bir takvim kullanılır. Hindu Takvimi dini bir takvimdir ve Çin takvimi gibi 60 yıllık bir döngüsü bulunur. Döngüdeki her yılın bir adı vardır. 2010, 5111'e denk gelmektedir. Hindistan Ulusal Takvimi'yse M.S. 78'i başlangıç tarihi almaktadır. Şu anda 1932'deyiz ve 22 Mart 2011'de 1933'e gireceğiz. Hindistan yarımadasında bunun dışında Tai Güneş Takvimi (2553'teyiz), Bengal Takvimi (1427'deyiz), Nepal Takvimi (2067'deyiz) gibi çok çeşitli takvimler bulunmaktadır.
Bizans İmparatorluğu'nda ve sonrasında İstanbul Patrikhanesi tarafından kullanılan Bizans takvimi, İncil'den yola çıkarak dünyanın ya
ratılışını başlangıç noktası alarak ve M.Ö 1 Eylül 5509'da başlar.
Mısır'da yaşayan Kıpti Hıristiyanları'nın kullandığı eski İskenderiye Takvimi ile Miladi Takvimi arasında 283/284 yıl vardır; Miladi Takvim'in başlangıcı daha eskidir. Etyopya Takvimi de Kıptilerin kullandığı takvimden kendi takvimlerini türetmişlerdir.
İbrani Takvimi'nin başlangıcı Roş Haşana 9 Eylül 2010'da başladı. Yıl ise 5771. 28 Eylül 2011'de sona erecek.
Dünyanın en eski takvimlerinden birini icat etmiş olan Eski Mısırlılar, 360+5 günlük bir takvim kullanıyorlardı. Buna göre 30 günden oluşan 12 aylık takvimin sonunda 5 günlük bir süre ekliyorlardı. Mitolojilerine göre, Yer Tanrısı Geb ile Gök Tanrıçası Nut'un çocuk sahibi olması yasaktı. Ancak Nut, Bilgelik Tanrısı Tot'tan yardım istedi. Tot, Ay Tanrısı Honsu'yla ışığının 72'de biri için (360/72=5) kumar oynadı ve kazandı; o sırada takvimde olmayan o 5 günü Nut'la Geb'e verdi. O 5 günde Nut Hareoris, Osiris, İsis, Set ve Neftis'i doğurdu. Böylece takvim de 365 güne çıktı. 3 mevsimden, her ayı 10'ar günlük 3 haftadan oluşan bu takvimin yanında 320 günlük bir başka takvim daha Eski Krallık devrinde kullanılmaktaydı.
İbrani takvimi gibi Babil ve Mezopotamya takvimlerinden etkilenerek hazırlanmış İran takvimleri, baharın gelişini, doğanın yeniden doğuşunu takviminin başlangıç noktasına koyar; her ikisinde de - Babil/Mezopotamya ve İran'da - başlangıç tarihi Nevruz'dur. Nevruz, Farsça yeni (nev) gün (ruz) demektir. 21, 22 ya da 23 Mart'a denk gelir. Bölgedeki pek çok ülke ve kültürde insanlar, bir yıl başlangıcı olmanın ötesinde de çeşitli şekilde Nevruz'u kutlarlar. Şu anda İran takvimi 1389 yılındadır. 21 Mart 2010'da başlamıştır; 20 Mart 2011'de sona erecektir.
Görüldüğü gibi tek takvim, tek bir yeni yıl yok. Ama hepsinde amaç aşağı yukarı aynı: Zamanı belirlemek, ve bir döngü bitip yenisi geldiğinde yeni dönemin iyi geçmesi için, yeninin gelişini, eskinin gidişini kutlamak. Hepinize tekrar sağlıklı, mutlu, huzurlu, neşe dolu, verimli yıllar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)